Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni
****
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
****
Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni
Tarihler 1200’lü yılların ortalarını gösterdiğinde bereketli Anadolu toprakları Selçuklu Devleti hâkimiyetindeydi. Anadolu topraklarında baş gösteren bir takım sosyal huzursuzluklar, 1243 yılında yapılan Kösedağ savaşında alınan ağır yenilgi neticesinde daha da arttı ve bu yenilgi bir nevi Selçuklu Devleti için sonun başlangıcı oldu.
Bu yıllar hem Selçuklu Devleti adına, hem de Anadolu insanı adına çetin yıllar olmuştu. Anadolu insanı içinden çıkılmaz ruhi buhranlara gark olmuştu. Anadolu bir yandan haçlı saldırılarıyla çiğnenirken, diğer yandan da şehirleri tarumar eden, her tarafı yakıp yıkan, çoluk çocuk demeden, genç yaşlı demeden insanları kılıçtan geçiren Moğol atlılarının istilalarına maruz kalmaktaydı. Anadolu’da zuhur eden bu siyasi huzursuzluklara birde kıtlık eklenince insanlarda büyük tahribatlara yol açtı. Maddi alemde meydana gelen bu sıkıntılar, Anadolu insanlarını çökertmiş, inançlarını da yıpratmıştı. İçine düştükleri bu yıkıcı buhrandan bunalan halk çareyi Anadolu’nun manevi sultanlarında, erenlerinde aramaya başlamıştı. Yesevi ocağında yetişen bu bilgeler insanlığa doğruyu, güzeli ve Allah’ı anlatıyor. Çorak toprakları sularcasına kırgın Anadolu insanına maneviyatın kapılarını açıyorlardı. Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Bozkır’da Hacı Bektaş-ı Veli, Ahî Evran, Hacı Bayram-ı Veli ve Şeyh Edebali.
İşte bizim Yunus’ta bu manevi zeminde yetişmiş bir hak aşığıdır. O halk arasında ilahi denilen şiirleriyle gönül teline mızrap çalıyor, çekilen tüm gaileleri inancı ve hakka olan aşkıyla aşıyordu. Bizim Yunus’un yolculuğu buğdaydan nefese, maddeden manaya ilimden irfana yönelmesiyle başladı. Yunus, köyünün insanlarının kıtlığa dayanacak hallerinin kalmadığını ve Allah’tan dahi umutlarını kesmek üzere olduklarını gördü. Bu durum karşısında Yunus köylülerine: “Siz rabbinize ne vakit bu kadar ırak oldunuz, ümit keser oldunuz haktan. Bu halleriniz korkutur beni. Ya kıtlığı geçirecek tahıl getiririm köye, yâda bir daha dönmem aranıza.” deyip düşer yola. Hacı Bektaş-ı Veli dergâhına varacak ve köylünün içine düştükleri ümitsizliği Hacı Bektaş-ı Veli arz edecek, çare isteyecektir. Yol gitmekle biter ya, bizim Yunus’ta geceyi gündüze kattı bir kuşluk vakti Suluca Karahüyük Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergâhına vardı. O köylüsü için düşmüştü yollara. Bilmiyordu ki bu maddeden, manaya giden yola düşmesini maşuku olan Hazreti Yezdan istemişti. Bizim Yunus’u dergâhın kapısında karşıladı dervişler ve hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıkardılar. Dediler ki dervişler: “Hünkârım bu garip sizinle görüşmek ister.” Hacı Bektaş-ı Veli: “Buyur evladım, nedir dileğin?” Bizim Yunus: “Uzun yoldan gelirim hünkârım. Bu yıl bizim köyde kıtlık oldu, ne yiyecek, nede ekecek ekin alamadık. Sarıköyden gelirim. Çoluk, çocuk aç, Köylümüz aç. Sizden geçimlik buğday isterim, heybemdeki alıçları size hediye getirdim. Lütfen kabul edin.” Hacı Bektaş-ı Veli: “Bizden ille de buğday mı istersin Yunus. Buğday yerine sana başka bir şey versek Yunus.” Bizim Yunus: “Ne verirsiniz hünkârım.” Hünkâr: “Sana buğday yerine himmet versek Yunus, ne dersin?” Bizim Yunus: “Ben himmeti neyleyeyim, bana buğday lazım. Köylü benden ümit bekler, buğday bekler.” Hünkâr: “Peki evladım, bu getirdiğin alıçların çekirdeklerinin her biri için sana bir nefes versek ister misin?” Bizim Yunus: “Sizin nefes dediğiniz karın doyurur mu efendim?” Hünkâr: “Karın doyurmak istersen o kolayda, gönül doyuran bir şeye talip isen sana nefes verelim.” Bizim Yunus: “Ben nefesi neyleyeyim, ben buğday isterim.” Hünkâr: “Peki Yunus, getirdiğin alıçların çekirdeğinin her biri için sana on nefes versek?” Bizim Yunus: “Nefes karın doyurmaz hünkârım, ben buğday isterim. Hünkar dervişlerine döner ve der ki: “Yunus’a istediğini verin, köyüne yolcu edin.” Bizim Yunus’un kağnısı buğday doludur amma Hacı Bektaş-ı Veli’nin ona açtığı manevi kapıdan da mahrum olmuştur. Bizim Yunus çok geçmeden geri çevirdiği himmetin pişmanlığıyla geri dönecek ama Hacı Bektaş-ı Veli huzuruna kabul edilmeyecektir. Ve aradığı himmeti Taptuk Emre’de bulacağı Bizim Yunus’a telkin edilecektir Hacı Bektaş-ı Veli’nin dervişinden. Bizim Yunus Taptuk dergâhını aramaya koyulur ve nihayet Taptuk Emre dergâhını bulur.
Taptuk Emre Hazretleri dergâhın bahçesindeki erik ağacının dibinde talebeleriyle sohbet halindedir. Bizim Yunus tazarru halinde, usulca sohbet halkasına sokulur ve Taptuk hazretlerini dinlemeye koyulur. Taptuk Emre sohbetinde: “Erik ağacına çıkarak üzüm yemeye kalkışmayın, adamı aşağı atarlar, yaptığın işe dikkat et. İnsanlara vaiz olarak ölüm yeter, ölümü çok hatırlayın. Allahuteala; “Ölümü çok hatırlayanın kalbini diriltir ve ölümünü kolay eder” Karşımızdaki şu sarıçiçeğe bir bakın, rengi, şekli, kokusuyla bir harika amma bir hafta on gün yaşadıktan sonra aslına dönüp toprak olacak” İşte senin maceran, o yedi gün yaşıyor, sende diyelim yetmiş sene. Allah kimseyi alemi bekada bir çiçeğe, bir kuşa imrenecek hale düşürmesin. Taptuk Hazretleri tesirli sohbetine devam ederken Bizim Yunus sohbetin verdiği tesirle kendinden geçti, bayıldı. Bizim Yunus’un tasavvuf yolculuğu Taptuk Emre’nin tedrisinde böylece başlamış oldu. Taptuk Hazretleri bir gün: “Kış geliyor, hazırlık yapmak lazım. İhtiyarlıkta ömrün kışı. Yunus’un yerinde olsak dergâha dağdan odun taşır, müminlerin duasını alırdık.” Yunus hocasının bu emriyle her gün dergâha odun taşıyor, Yunus Emre olmak için hocasının ocağında pişiyordu. Bir gün yine dağdan odun taşıdı Bizim Yunus: “Bin bir zahmetle, hocası Taptuk hazretleri karşıladı onu. Baktı ki Taptuk Emre: “Odunların hepsi kalem gibi, bir tane bile eğri odun yok” Sordu Yunus’a “Sebebi nedir bunun?” Bizim Yunus: “Bu kapıdan insanında, odununda eğrisi giremez.” deyince Taptuk Hazretleri: “Öyledir Yunus Emre” deyivermiş ve Bizim Yunus artık Yunus Emre olarak anılır olmuş. Bizim Yunus Emre’nin kalbinde bir sıkıntı: “15 senedir Taptuk dergâhına hizmet ederim. Hiç bir manevi istifadem olmadı, yazık yazık” diye hayıflanıyordu.
Dergahı terk etti , dağlarda uzlete çekildi Bizim Yunus. Yanına ha ehli iki derviş geldi. Konuştular, halleştiler. Vakit ilerleyince dervişlerden biri Allah’a yalvardı ve gökten bir sofra indi. Karınlarını doyurdular. Sohbet ilerleyince ikinci derviş dua etti Allah’a. Yine gökten bir sofra indi. Bizim Yunus sıranın kendine geldiğinde mahçup olacağını düşünüyordu. Nihayet sıra Yunus’a geldi. dedi ki Yunus: “Benim duamla ne yaprak kıpırdar, nede sofra iner” dervişler ısrar edince Yunus’ta ellerini açıp iltica etti rabbine. Oda ne, gökten bir yerine iki sofra inmez mi, hem de gayet mükellef. Dervişlerden biri Yunus’a: “Hani senin duanla sofra gelmezdi, bak iki sofra indi.” Bizim Yunus: “Efendiler, ben rabbim arkadaşlarımın dualarını kimin hatırına kabul ettiysen beni de onun hatırına boş çevirme diye dua ettim. Sahi siz kimin hatırına dua etmiştiniz?” diye sordu arkadaşlarına. Arkadaşları: “Biz Taptuk Emre dergâhına devam eden Yunus Emre hatırına dua ettik” dediler.
Aslında vakit ilerlemiş ama bir türlü birbirlerinin adını sormamışlardı. Bizim Yunus anlamıştı, geri dönüyordu Taptuk dergâhına. Ama ne dönüş, pişmanlık tüm benliğini sarmıştı. Hocası Taptuk Emre’nin bu açık kerameti Bizim Yunusu perişan etmişti. Dergâhın kapısına vardı bizim Yunus, eşiğine boylu boyunca uzandı. Taptuk hazretleri bastonuyla dergâhın kapısına yaklaşıyordu. Eşiğe birinin uzandığını hissedince sordu. Taptuk hazretlerinin artık gözleri görmez olmuştu: “Eşiğe biri uzanmış, kim bu?” Koluna girdiği talebesi: “Yunus, efendim” dedi. Taptuk Hazretleri: “Bizim Yunus mu?” Taptuk Hazretleri: “Yerin bizim kalbimizdir, böyleyken eşikte ne ararsın?” dedi ve Yunus’u eşikten kaldırdı. “Beni bir ağaç altına götür” dedi Yunus’a Taptuk Emre ve ekledi: “Yunus’un dili bizim dilimiz, sözü bizim sözümüzdür. haydi bir ilahi söyle Yunus” dedi.
Bizim Yunus o güne kadar hiç söylemediği ilahi denen ve asırlara ışık tutan şiirlerini söylemeye başladı: “Ey bana derviş diyen, nem ola derviş benim ya bu adıma layık, hani elimde iş benim, derviş derler adıma. Bakarlar suratıma, bilmezler ki dirliğim küllü sitayiş benim. Sureti güler halka, ya kani kulluk hakka. Bu dirliğime baka, hep işim yanlış benim. Kendi izimi belirem, şahıslara ben yürürem. Buğuzu kibru adavet, gönlümü almış benim. Suçumu örter hırkam, dirliğim cümlesi ham. Bir gün yırtılır ser perdem. Zekiyidüş var iş benim. Derviş de dolundum. Ulu suçta bulundum, Yunus umduğum haktan, ol rahmetimiş benim. Türkistan’da Ahmet Yesevi hikmet adlı şiirleriyle nasıl İslamiyet’e hizmet etmişse Bizim Yunus’ta Anadolu’da ilahi adı verilen şiirleriyle İslamiyet’e hizmet etmiştir.
Yunu Eemre, yürüyecek takati olduğu müddetçe Anadolu’yu karış karış gezdi. İnsanlara dini anlattı. 82 yaşında vefat ettiğinde geride binlerce ilahi ve ilahi aşkını örnek olarak bıraktı. Ölen hayvan imiş insanlar ölmez, ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil...