Tarih sırlarıyla, açıklığa kavuşmuş yönleriyle birçok kişinin merakını celbeden büyük bir alan. Tarihe yön veren şahsiyetler, tarihin akışını değiştiren olaylar, insanlığı derinden etkileyen keşifler, kültür ve medeniyete şekil veren eserler, bu “evrensel küme”nin birer elemanı. Tarih sahip olduklarıyla bugün hem akademik bilime hem popüler bilime hem de hayata türlü malzemeler sunuyor.
Türk tarihinin her devresi bünyesinde birçok önemli hadise barındırır. Bir kısmı dinî, bir kısmı siyasi, bir kısmı sosyal, bir kısmı da kültürel nitelikli bu olaylar arasında hâlen varlığı, sebep ve sonuçları, etkileri tartışılanlar bulunur. Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277 tarihli fermanı da bunlardan biri. İnternette gezinirken, eski yeni kitapları, dergileri karıştırırken kimisi meseleyi bilimsel bir zeminde tartışmak amacıyla söylenmiş, kimisi türlü niyetlere hizmet etme gayesiyle ortaya atılmış bir iddia-karşı iddia manzumesine rastlamak mümkün. Hem sanal âlemde hem yazılı, görüntülü ortamlarda “Türkçe Fermanı bir Cumhuriyet efsanesi midir?”, “Ferman Karamanoğlu Mehmet Bey’e ait değildir.”, “Böyle bir ferman yoktur.”, “Türkçeyle ilgili fermanı Mehmet Bey değil, Siyavuş (nam-ı diğer Cimri) ilan etmiştir.”, “Fermanın uygulanması kısa süreli olmuştur.” gibi gerçek yahut gerçeği yansıtmayan yazılar, yorumlar göze çarpar.
Evvela şunları söyleyelim. Fermanın varlığından haber veren sağlam bir kaynak varken (İbni Bibi, El-Evâmirü’l-Alâ’iye fi’l-Umûri’l-Alâ’iye) hâlâ bunun olmadığını söyleyenlerin başka bir amacı olmalı. Bu meşhur eserin Fars diliyle kalem alınmasına bakıp fermanın Farsça irat edildiğini söylemek de büyük bir hatadır. Altında Cimri’nin değil, Karamanoğlu Şemsettin Mehmet Bey’in imzası vardır. Etkisinin kısa süreli olduğu gerçektir. Zira ilan edicisi, hadiseden kısa bir süre sonra Moğol birliklerince katledilmiştir. Yasa koyucunun vefatı, yasanın ömrünü de bitirmiştir ne yazık ki.
Peki, ferman neden ilan edilmiştir? Bize göre bunun biri diğeriyle bağlantılı siyasi ve kültürel iki nedeni var. Lakin bunları anlayabilmek için hem dönemin koşullarına hem de Selçuklu (Büyük ve Anadolu) siyasetinin işleyişine bakmak gerekiyor. Anadolu’ya Moğol kuvvetlerinin akın akın geldiği, beyliklerin birleşmek yerine birbiriyle mücadeleye giriştiği, Selçuklu tahtının zayıfladığı, İran ve Moğol asıllı yöneticilerin bürokrasiye hâkim olduğu bir ortamda Mehmet Bey’in bu çıkışı büyük önem taşıyor. Karaman beyi devlet kademelerindeki yazılı iletişimin, aşina olmadığı bir dilde yapılmasını kabul etmiyor. O, Divan’a girecek ve oradan çıkacak evrakın emniyetini sağlayabilmek için böyle bir buyruğu ilan ediyor. Karamanoğlu bunu gerçekleştirirken Selçuklu yönetiminin devleti kuran Türkmenleri idareden uzaklaştırıp yerlerine İran, Tacik, Moğol gibi Türk dışı unsurları ikame etme anlayışına da sert tepki gösteriyor. Dolayısıyla bu ferman, ülke siyasetine sonradan egemen olan Türk dışı unsurların tahakkümüne de bir başkaldırıdır aslında. Bu kararın, siyasi bağımsızlığın yanında kültürel bağımsızlığı hedeflediği de açıktır. Tarihçiler o yıllarda Anadolu’da çıkan Türkmen isyanlarının altında yatan temel nedenin bu olduğunu söylerler. Gerçekten de devletin kuruluşuna doğrudan katkı sağlayan Türkmen boyları zamanla merkezî idareden uzaklaştırılarak uç bölgelere yönlendirilmişlerdir. Bu tarz-ı siyaset, Alaattin Keykubat gibi dirayetli hükümdarlara ülkeyi koruyup sınırları genişletme imkânı verirken basiretsiz yöneticiler elinde çekişmelerin, büyük acıların yaşanmasına yol açmıştır.
Türkmen beylerinin çabası bir varlık mücadelesidir. Dil de varlığın hayat bulduğu yerdir. Heidegger onu günümüzde varlığın evi olarak takdim eder. Yüzlerce yıl önce de Hacı Bektaş-ı Veli aynı evin iyelerine (sahiplerine) onu koruma çağrısı yapmıştır. Bu davet, özünü Mehmet Bey’de ferman olarak göstermiş; bir Türkmen şairi Yunus Emre’de Türkçenin en güzel ve anlamlı dizelerine dönüşmüştür.
Bu anlayış, yalnızca Mehmet Bey’e özgü değildir. Aynı dikkat ve tavır, hem Danişmentli beyleri gibi ondan evvelki isimlerde hem de onun çağdaşı olan diğer Türkmen beylerinde de var. Germiyan, Aydın, Saruhan, İnanç, Menteşe beyleri de ana dili bilincine sahip kişiler. Mesela Doğu’nun seçkin eserlerinden Kelile ve Dimne’yi Oğuz (Batı) Türkçesine kazandıran ilk sanatçı hüviyetindeki Hoca Mesud, tercümesini Aydınoğlu Umur Bey’in isteği üzerine yapar. Sivas beyi Kadı Burhaneddin, Türkçe Divan tertip eder. Osmanlı sultanı I. Murat kendisini takdim edilen Kabusname’nin tercümesini beğenmez, yeniden tercüme edilmesini emreder. Bugün kullandığımız Türkiye Türkçesinin gelişiminde beylerin, sultanların büyük emeği var.
Yukarıda kısaca izah edilen tarihî şartlar ve sosyolojik gerçekler, böyle bir hassasiyetin Selçuklu saraylarından değil; Türkmen çadırlarından çıkabileceğini gösteriyor. Elbette Selçuklu da bizimdir, Karamanlı da… Nezdimizde hepsi muteber ve muhteremdir. Bugün bile Diriliş “Ertuğrul” dizisini seyrederken Sultan Alaattin adını her duyuşumuzda heyecanlanıyoruz. Selçuklu hükümdarlarından Sultan Kılıçaslan’ın Haçlılarla giriştiği mücadeleyi hatırladıkça gururlanıyoruz. Lakin Anadolu’ya ilk gelen Türkmen kafilelerinin içinden geçtiği tarihî ve kültürel şartları düşününce, Selçuklu sarayının o günkü vaziyetini hesaba katınca, bunlara Türkmen beylerindeki millî duruşu da ekleyince bu çağrı saraya değil, çadıra yakışıyor.
Yazı ferman üzerine olunca meydanlarda, okullarda, devlet erkânının makam odalarında, kitaplarda, program afişlerinde velhâsıl birçok yerde gözümüze ilişen ferman metninin doğrusunu da paylaşmak isteriz. Zira Karaman, kendisi için önemli olan bu sözü her yerde doğru yazmalı ve bu meselede birlik sağlamalı. Sözün geçtiği ilk kaynak, Farsça yazıldığından en başta onu Türkçeye tercüme etmeliyiz. Burada iki yoldan birini seçmek durumundayız: Sözü ya irat edildiği devrin (13. yüzyıl) dil özelliklerine ve kelime kadrosuna göre vereceğiz ya da günümüz Türkçesine aktarılmış şekliyle. Tercüme (bir dilden başka bir dile) ve aktarma (bir dilin lehçeleri/şiveleri arasında) ilimleriyle iştigal edenler, böyle durumlarda okuru yazara götüren çeviri yöntemini (yabancılaştırma) salık veriyorlar. Yani ilkini. Bu usul, sözün kültürel ve dilsel değerini daha iyi yansıtacağa benziyor. Başkaca söylersek söz, biçim ve içeriğiyle ilk günkü heybetini, coşkusunu aksettirmeli, onun tarihselliğini hatırlatmalı. Okuyanı, göreni, duyanı o yıllara götürmeli. Bu yöntem, kaynak metne yakın çeviri stratejisi, kişileri araştırmaya da sevk edecek kuşkusuz.
Son söz, sözün kendisi ve doğrusu olsun:
“Şimden gerü hiç kimesne dîvânda, dergâhda, bârgâhda, meclisde ve meydânda Türk dilinden gayrı söz söylemeye!”
Bu söz, bugünden sonra daima böyle yazıla!
Bu da bizim fermanımızdır!