Kökeni belki her toplumda görülen bir yerin, ileri gelenleri için Osmanlı literatüründe «eşrâf», «vücûh», «erkân», «a‘yân» ve nihâyet «hanedân» gibi tabirler kullanılmaktadır. Bunların ilk islâm devletlerinden, Selçuklulara ve onlardan da Osmanlı toplum yapısına geçtiği görülmektedir. Bunlar genellikle o yerin (şehir, kasaba, mahalle ve hatta köy) varlıklı esnâfı başta olmak üzere, zamanla voyvodalar, müsetellimler, muhassılar, mutasarrıf ve valilik yapmış yerli hânedânlar, molla, kadı, müftü, müderris, seyyid, tarikat şeyhi, tüccar ve mültezimler için de çok kere «a'yân-ı vilâyet» veyâ «a‘yân-ı memleket» denilmiştir.
Osmanlı Devleti'nde taşra idârecileri olan vali, mutassarrıf, mütesellim ve voyvodalar merkezden tayin edilirken, bunlardan başka şehir ve kasabalarda bahsi geçen ileri gelenler arasından, halk ile merkez arasında «baş a'yân» denilen bir kişi seçilir, bu da halkın halka, halkın devlete karşı aracılığını yapar; vergilerin tevziinden (dağıtılmasından), toplanmasından, askere alınacakların tesbitine ve askere sevkinden sorumlu olurlardı.
Osmanlı klasik döneminde yani 1450-1600 arasında «eşrâf» denilen zümrenin nüfuzu oturduğu bölge ile sınırlı idi; ancak özellikle 1559 tarihinden sonra memleket idâresi, maliyesi ile beraber timar düzeninde görülen çürümüşlüğün neticesi olarak, işsiz, tımarsız kalan sipahiler, levendler ile emekli askerlerin faizcilik ve iltizam yolu ile zenginleşen, bu «eşrâf» denilen zümrenin yanına katılması ile; Anadolu ve Rumili'nin her tarafında, bunlardan bazıları askerî bir güce de kavuştular. Bunların birçoğu «suhte» (medreseli) ve «Celâlî» kargaşasında isyâncıları desteklediler; bir kısmı «timar» sisteminin bozulması ile «mütesellimler» ile uyuşarak, sipahisiz kalan toprakları ele geçirip, aynı zamanda mültezimlik de yaparak, hem çiftçi-köylü üzerinde nüfuz sağladılar; aynı zamanda boşta kalan arazileri «kayd-ı hayat» şartıyla ele geçirip zenginleştiler.
«Mütesellim», sancak ve vilâyetlerde «sancak beyi» ve «beylerbeyi»lerin mâlî işlerini yürüten, devlete ait vergileri toplayan, bazen «sancak beyi» ve «beylerbeyi»lere vekâlet eden kişiler olup, asıl makam sâhibinin olmadığı zamanlarda tam yetkili idiler.
«İltizam» usûlü ile devlet gelirlerinin özelleştirilmesi yani gelirlerin, vergilerin belirli şartlarda peşin alınıp, toplama yetkisinin «Mültezim» denilen kişilere devredilmesidir.
«Voyvoda» ise, devletin doğrudan doğruya tahsil ettiği vergiler ile iltizâma verilmiş vergileri mültezim adına toplayan «vergi tahsildârları» olup, bunlar zamanla zenginleştikçe mültezimlik de yapmağa başlamışlar, hattâ içlerinden bir çoğu 1700'lü yılların sonuna doğru «a‘yân» olarak ortaya çıkmışlardır.
«Seyyidler» meselesi.
Osmanlı Devleti'nde daha Yıldırım Bayezid zamanından beri «Ali-Fatma» soyundan «seyyid» ve «şerif»lere büyük bir hürmet gösterildiği anlaşılıyor ki, bunlar, bulundukları yerlerde aynı zamanda «eşrâf»tan sayılmışlar ve sahteciliği önlemek üzere «nâkibü'l-eşrâflık» denilen bir müessese kurulurak, başta neseblerini araştırmak ve bunların işlerine yardımcı olunmak yolu tutulmuştur. Seyyid ve şeriflere aylık, altı aylık, yıllık maaşlar verildiği gibi, bir kısım vergi ve mükellefiyetlerden de muaf tutulmuşlardır. Nâkibü'l-eşrâf seyyidlerden ve ilmiye mensûblarından seçilirdi. Bunlardan bazıları zamanla devlet hiyerarşisinde büyük nüfuz sahibleri olduğu gibi, bu makam da iyi bir gelir kapısı idi. Nâkibü'l-eşrâflık müessesesi hilâfetin ilgası ile beraber ortadan kalkmıştır.
Gerek diğer islâm coğrafyasında ve gerek Osmanlı coğrafyasında pek çok sahte seyyid tesbit edildiği gibi, özellikle Osmanlı bürokrasisinde yer bulmak için «es-seyyid» sıfatı kullanan pek çok kişinin seyyidlik ile alakası olmasa gerekir; zirâ Arnavut asıllı, Boşnak asıllı, Hırvat asıllı, Yörük asıllı, Kürt asıllı pek çok «paşa» gibi, diğer küçük memurların ve din adamlarının «es-seyyid» sıfatı kullandıkları görülür.
Bunun hâricinde Osmanlı Devleti'nin «mufassal» defterlerinde birçok bölgede çoğu zaman 1-2-3-4 kişi için «sadât» denilerek, kendileri ayrıca kaydedilmiştir. Ancak zaman ilerledikçe, bu «seyyid» sıfatı kullananların sayılarının hızla arttığı görülüyor. Bazen «mahzar» denilen toplu dilekçelerde isimleri geçen «ahâli!»nin neredeyse tamamının mühürlerinde «es-seyyid» sıfatı kullanmaktadır. Dolayısı ile o tarihler itibariyle 4-5.000 ahâliden oluşan Larende gibi bir kasabada o kadar «seyyid» bulunması mümkün olmayıp, bunların pek çoğu istismârdan başka bir şey değildir.
Ancak, ilginç bir şekilde Anadolu ve Rumili'nde ve dahi özelde «Karaman»'da kendilerine «eşrâf» veyâ «vücûh» diyen kişilerin, âilelerin ve bunların çocuklarının tamamının «es-seyyid» sıfatı taşımalarıdır.
Dolayısı ile «eşrâf» veyâ «a‘yân» denilen kişilerin pek çoğu aynı zamanda mültezimlik de yapmışlardır. Bunların nüfûzları o kadar arttı ki, birçoğu akçalı ilişkiler ile kadı ve beylerbeyi üzerinde de hâkimiyet kurarak, daha önce bunların seçilmeleri halinde halktan «mahzar», kadıdan «i‘lâm» ve beylerbeyinden «buyruldu (olur)» almaktayken, mahzar, i‘lâm ve buyruldu para ile alınır oldu. Buradaki «halk»tan öyle anlaşılıyor ki, bunların kendi aralarından yine kendileri tarafından birisini «baş-a‘yân» seçmeleri olarak anlamak icâb etmektedir.
1768 yılında Lehistan'a karşı açılan savaş gerek karada ve gerek denizde büyük bir hezimet ile sonuçlandığı, büyük toprak kayıpları yaşandığı gibi, ordunun da tamâmen bitik ve devletin Ruslara karşı âlenen savunmasız bir durumda olduğunu ortaya çıkardı. Eski eyâlet askerî sistemi yani timarlı sipahilik çökmüştü, kısa zamanda asker toplamak ve bunları eğitmek imkânı da yoktu. Bu harbin 6 sene gibi uzun bir zamanı olması, hazineyi zayıflatmıştı; savaş sırasında bazı a‘yânların ve başıbozuk askerlerin yararlılık göstermesi üzerine, kazâ ve nâhiyelerde bulunan eşrâfa asker tertip edip, kısa zamanda harb sahâsına intikal etmeleri emrolundu; ancak kısa zamanda bunların disiplinden uzak oldukları, başlarına buyruk hareket ettikleri görüldü. Bunların bir kısmına «vezâret» verildi fakat isyân etmelerinden korkulduğu için üzerlerine gidilemedi.
Bunun üzerine 1779 yılında beylerbeyi yani vâli aradan çıkarılarak, «olur»larının «Sadrazam» (Bâb-ı Âli) tarafından verilmesi kararlaştırılmış ise de bunun uygulamada hiçbir hükmü olmayarak, taşrada eski usûl devâm ettirilmiştir.
1786'da devlet a‘yânlığa son verdi. Artık derebeyi ve «mütegalliba» haline gelmiş olan birçok a‘yân eski düzenlerini devân ettirdi veyâ ettirmek istedi. Bunların baskıları yüzünden yerlerine tayin edilen «şehir kethüdaları» işlerini yapamaz hâle geldi. Ancak 1787'de başlayan Osmanlı-Rus harbinde ordunun gerekli hazırlıkları yapamadığı görülünce a‘yânlık rejimine avdet edildi. A‘yânlığın yeniden tesisi ile Anadolu ve Rumili'nde bu defa a‘yânlık mücâdeleleri başladı. Bunların içinde III. Selim zamanında başlatılan «Nizâm-ı Cedid» hareketine taraf olanlar olduğu gibi karşı çıkanlar da vardı.
Netice itibariyle bu a‘yânlık meselesi «Kabakçı Mustafa» isyânının çıkmasına, III. Selim'in tahttan indirilip, yerine IV. Mustafa'nın çıkarılmasına, Nizâm-ı Cedid'in son bulmasına ve meşhûr Rumili a‘yânlarından Âlemdâr Mustafa Paşa'nın ortaya çıkmasına, sadrazam olmasına kadar gitti. Ekim 1808'de yeni Sadrazam Âlemdâr Mustafa Paşa ile a‘yânlar arasında «sened-i ittifak» imzalanarak, a‘yânlara hukûkî bir statü kazandırılması yoluna gidildi. Sened-i İttifak'ın imzalanıp, a‘yânların İstanbul'dan ayrılması üzerine Kasım 1806'da Yeniçeri isyanı çıkarak, Âlemdâr Mustafa Paşa öldürüldü. Böylece İstanbul'a kadar uzanan a‘yân hâkimiyeti son bulmuş oldu.
II. Mahmud zamânında «sandık eminliği» ve «muhtarlık»ın ihdâsı ile a‘yânların yaptığı birçok işler bunlara devredildi fakat a‘yânlar taşrada elde ettikleri sosyal ve iktisâdî nüfûzlarını devam ettirdiler. Bunlar genellikle bölgelerinde bulunan vakıfların da «mütevellisi» (yöneticisi) oldukları için, «münderis» (işlevsiz) ve sahibsiz kalan vakıfların mallarını da ele geçirdiler.
«Âlemdâr Mustafa Paşa» ile askerî olarak «a‘yân» ismi ile vücûd bulan mahallî eşrâfın diğer kesimi ise bulundukları şehir, kasaba ve bölgelerin imkânlarından faydalanmaya devam etmişlerdir.
Not: Gelecek yazılarımızda Karaman eşrâfından örnekler vereceğiz.