Geçmiş zaman olur ki,
Hayali cihan değer;
Bir an acı duyar insan belki,
Sevmişse biraz eğer,
Anlar ki geçenlerin,
Rüyaymış hepsi meğer.
Rüya olsa bile o günlerin
Hayali Cihan değer…
Rahmetli Necip Celal Andel’in şarkılara konu olan bu dizelerini ne zaman okusam yüreğimin üzerine koca bir ağırlık çöker, yüzüme tarifsiz bir melal yapışır, dahası duygularımı tam ortasından bölen koyu bir iştiyak perde misali iniverir sanki gözlerimin önüne. Sonra da yutkunmaktan, içten ve içli derin bir of çekip ufka takılı bakışlarıma üğünen hüznümle kala kalırım.
Gün geçmiyor ki vazgeçip de zevkini ve güzelliğini yaşamayışımız yüzünden ıskarta çıkardığımız hallerimiz, heyecanlarımız, anlarımız ve yaşantılarımız olmasın. Kimini dillendirsek bile dillendirmeye dahi tenezzül etmeden, zihnimizin arka bahçesinde açtığımız derin bir çukura gömdüklerimiz. Nelerimiz yok ki. “Bunun da bir kıymeti kalmadı ki arkadaş” deyip laf olsun diyerek yapar olduğumuz onca şeyimiz.
Hesapsız arkadaşlıklarımız, kadim dostluklarımız, tertemiz sevdalarımız, yokluğuyla büyüyüp varlığının üzerine titrediklerimiz. Babadan gördüğümüz terbiyelerimiz, anneden öğrendiğimiz hasletlerimiz, büyüğü saymanın, küçüğü sevmenin erdemini doyasıya yaşamışlıklarımız. Birimizi paylaşıp ikimize bütün sevdiklerimizi ortak ettiklerimiz.
“Eskiden…” diyerek söze başlamak nasılda yoruyor insanı. Dahası cümlenin devamında yâd etmek eski ramazanları, bayramları, okul yıllarını ve daha birçok şeyi. Gözlerimizin önünde dün gibi dursa da bir eskicinin göz koyduğu hatırat olmuş çocukluğumuz. “Bolluğun, fazlanın, hızlının hele ki yeninin, aynısından iki tane var”ın kitabımızda yazmadığı o günleri “oh be geride kaldı” demek yerine tehassürle hatırlamanın manası olsa olsa her bir şeyin var olduğu bugünlerde her bir şerin de var oluşu olsa gerek.
Şimdi her bir şeyimiz var. Ne hazin ki her bir şerimiz de var.
Uzatmaya gerek yok cancağızım. Eskiye özlem diyerek başlayan her biz cümleye sayfalar dolusu şiir, raflar dolusu kitap dahi yazılsa inan ki içimizdeki bu yangıyı söndüremez vesselam. İnsan neden eskiye özlem duyar ki onca yeni hali, yeni yeni yaşantıları doyasıya yaşamak varken öyle ya.
Hülasa eski demişken… “Karne mesela.” Hani şu çocuklarımızın ellerine tutuşturulan “icazet-i tatil” olan kağıt parçası. İlkokuldan ana sınıfına indikçe karneden çok evlilik davetiyesi mesabesinde süslü ve bir o kadar afili hale gelen “sahtekârlık ilmühaberi.” Sahtekârlık dediğime bakmayın az bile. Bizim zamanımızda göğsüne kurdele iliştirilen birinciler olurdu sınıfta. Bir de tembel diye yaftaladığımız arkadaşlarımızın kanıtıydı daha alır almaz cebinin bir tarafına sokuşturuverdiği o buruş buruş karnesi.
Ya şimdi öyle mi? Görseniz herkes iftihar vesilesi, takdir edilesi, herkes birinci herkes en önde… Karnesinde “bir” olan en son çocuk/lar şimdilerde kırk yaşında/larında. Kimsenin çocuğuna diyecek lafımız yok elbette. Bu değil oysa benim asıl dert ettiğim. Karne alacak olmanın, dahası sınıfta ayaküstü tertiplenen heyecan dolusu bir törenin ve de üç beş kuruş harçlık için koştura koştura eve yetiştirmenin o tarifsiz hazzı.
Karşılığı belki de bir ömre bedel kırık bir külah dolusu dondurmadan, mahalle bakkalında güneşe bakan kirli camda yapış yapış olmuş sorma şekerden, kapağı saklanası depozitolu, sarı belki de siyah bir gazozdan, ne bileyim koca bir yoklukla küçük bir varlık satın alacak olmaktan ibaret bir karne sevinci.
Oysa şimdi daha notlar kâğıda düşmeden düşüyor ekranlara. Hafiyelik yaparmışçasına günü gününe telefonumuza düşen mesajlar, notlar, devamsızlıklar… E okul, e not, e bilgi, e belge… Çocukların hepsi de güzel, hepsi de başarılı. Dahası bütün çocukların karnesinde nottan öte her şey pekiyi, çok iyi, yüzlerce kitap okudukları yazıyor hem. Sahtekârlık dediğime bakmayın. Lafın gelişi söyledim. Siz ne aldınız onu söyleyin çocuğunuza, resmini çekip de sosyal medya denen kirli suya bandırdığınız süslü karnesi için.
Hepsi de “tatil-i mahşer günü” karnesini sağından almış ne güzel, daha ne…