“ Kirlenmek güzeldir…” diyor bir reklamın orta yerinde. Bu yüzden olsa gerek kalplerimiz giderek inancından uzaklaşıp mün-kirleşti. Dilimiz onur kırma savaşının galibi olmuşçasına tah-kirleşti. İşlerimiz sahtekârlığın adeta doruğunda muhte-kir üzere. Nihayetinde bunca kirin arasında kala kalmış bakışlarımızın ha-kirleşmesine de, gönlümüzün fa-kirleşmesine de doğrusu şaşmamak gerekir. Bunca kirli halimiz ulu orta dururken, bir de üstüne üslük bir elimiz yağda bir elimiz balda olmasın mı? Şaşılacak şey doğrusu. Hani hiç de hak etmediğimiz bir Kurban Bayramı daha nasip oldu biz nankörlere. Kimsenin günahını almaya hiç mi hiç niyetim yok. Hele hele bunca kirlenmiş halimi düşündükçe. Lakin düşünmeden edemiyor insan. Sahi Kurban eti niye çekilir. Neden kova dolusu kıyma yapılır. Neden yağsız kısmı dağıtılmazda kuşbaşı yapılır. Bir türlü anlamadım vesselam. Şayet derisi bize helal olaydı da oracıkta elbise, örtü, halı kilim vs. yapmak imkânı bulunaydı, şüphesiz dersini de vermez o dakka saklardık evvel Allah. Kestiğimizden azını verip çoğunu dondurucuya istif etsek de şükür ki yaradan görmezden gelircesine yeniden kurban lütfediyor biz mücrimlere. Ha unutmadan, Hz. İsmail’in teslimiyeti hürmetine katından koç indirmiş olması da ayrı bir nimet. Ya bir de indirmeseydi de bizler kurban edilecek olsaydık ne olurdu halimiz bir düşünsenize.
Başucumuzda en sevdikleriniz toplanmış ve her biri bir yanınızdan bastırmanın telaşında. Bıçağı çaldıkları anda gırtlağımızdan fışkıran kanla birlikte dışarı boşalan doyumsuzluğumuz. Çatlayacakmışçasına yemek yeme iştahımız. Git gide utanmaz ve arlanmaz oluşumuz yüzünden yırtılan ar perdemizin arkasında kap kalın kirden ibaret olan derimiz. Sonra bir hamle ile açılıveren göğüs kafesimizden toprağa dökülen hayallerimiz. Dünya sevgimiz ve ölümü unutup hırsına yenik düşmüş düşlerimiz. Bilerek ya da bilmeyerek, onun bunun hakkına girerek içimize dolan kul haklarının midemizden iğrenç bir kokuyla birlikte ortalığa yayılışı. Yapmayın diyen ilahi emre inat ölü eti yemekten farksız olan gıybetlerimiz, güttüğümüz kinlerimiz, onca su-i zanlarımız. Ve hepsinin midemizin duvarlarında sim siyah bir tabaka olup gözlerimizin önüne parça parça yere saçılıyor oluşu. Sonra gövdemizden ayrılan ve bir köşeye savrulan başımızın içersinde durmadan dönen ve son bulan fitnelerimiz, isyanlarımız. Kıskançlığımızın arka bahçesinde haset dolusu bakışlarımız. Kırıp dökmekten başka bir şey bilmeyen fesat yüklü fikirlerimiz. Hülasa kirlerimiz…
Öyle ya. Kurban edilen ben olaydım şayet, bu haller ile karşılaşmanız içten bile değildi. Ama tekbirlerin arasında boğazına bıçak dayanan siz olsaydınız pir-ü pak bir et yığını çıkacaktı karşımıza. Çünkü siz benim gibi mücrim değilsiniz. Gıybet etmez, yalan söylemez, haram yemez, hele hele kimseyi üzmezsiniz, kırmazsınız da. Zaten ne varsa benim gibi müsvedde Müslümanlarda var. Sol eli ile yemek yemeyip sağ eli ile binlerce kulun hakkını yiyen Ali de benim, cenabet gezmek doğru değil deyip eliyle, diliyle ve dahası gözüyle zinaya bulaşan Veli de. On bir ay içip Ramazan’da ara veren Hasan da, farz namazlara dönüp bakmadığı halde teravihlere koşan Hüseyin de hep benim. Cenazeler de -hele ki mezarlıklarda- ölülerin arasında başını örtüp dirilerin arasında her bir yanını açan Ayşe de. Doğru dürüst yüzüne bakmadığım, okumadığım Kuran’ı göğüs hizasından yukarıda tutup, hükümlerini ayaklar altına alan Fatma da. Nasıl ki yaz aylarında ücret mukabilinde kuran dersi verip camilerin bereketini kaçıran İmam Efendi ben isem, mültecilere evini fahiş fiyata kiraya veren hacı da benim.
Sürekli iş yoğunluğuna rağmen telefonla oynamaya vakit bulduğu halde sıla-i rahime bir türlü vakti olmayan evlatta, çocuklarına Allah için yarım saat ayırmayan baba da maalesef benim. Başından sonuna kadar her bir yanı israf ve haram kokan rüya gibi düğünlerle evlenen binlerce gelin kız da, sosyal medya denen kirli dünya da kurduğu haram dostlukların ertesinde boşanan yüzlerce damat da ben olsam gerek. Ne varsa benim gibilerinde var işte. Çok mu ileri gittim yoksa. Şayet gerçekten her birimiz sıra ile kurban edilecek olsaydık da sıra kafamızdaki deriyi yüzmeye gelseydi ne olurdu sanıyorsunuz. Suratımızı yüzerken ortaya çıkacak ikinci yüzümüzden- hülasa ikiyüzlülüğümüzden- daha bahsetmedim bile. Hani şu yıllardır yedikleri haltı ört bas etmek için Atatürk’ün arkasına sığınan bir takım solcuları aratmayan sözüm ona sağcılarımızdan. Kişisel hesaplarında Recep Tayyip Erdoğanlı resimler paylaşıp her türlü fırıldağı ört bas ettiğini zanneden bezirgânlardan. İktidar partisinin nimetlerinden nemalanmayı huy edinmiş yandaş görünümlü madrabazlardan bahsetmedim henüz. Onlar kim mi? Bilmem ne kurumunun müdürü, falan odanın başkanı, filan kuruluşun patronu olacak değil ya. Kim olacak tabi ki benim. Sahi nasılda unuttum ben kimim değil mi? Az daha unutuyordum.
“Ben, Süleyman Şah Oğlu Ertuğrulum…” diyen sesin sahibi, değilim elbette. Ama içerisinde tarihi ve dini argümanlar geçiyor diye dizileri, filmleri, programları sünnetmişçesine gece yarılarına kadar izleyip farz olan sabah namazına kalkmayan kadınım. Her Cuma “Cumanız Mübarek Olsun” mesajını ihmal etmeyip Rabbinden gelen ilahi mesajı her defasında ihmal eden adamım. Arakan da ki zulmü kınayıp, yanı başımda çalıştırdığım işçilerime zulm edenim. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyayı unutmayan ve yine hiç ölmeyecekmiş gibi öbür dünyayı unutanım. Ne hikmetse işleri bir türlü açılmadığından, Allah rızası için üç kuruş tasadduk etmeye eli varmasa da alış veriş mekânlarında, otellerde ve lüks lokantalarda dudak uçuklatan hesabı dişini kurcalaya kurcalaya bir çırpıda ödeyiverenim. Hâsılı musalla taşına yatırdıkları gün onca yıkanmışlığına rağmen ne yazık ki kirleri bir türlü ayılmayacak olanım.