Doktorun sekreteri adımı söylediğinde doktorla ne konuşacağımı, hangi sorusuna nasıl cevap vereceğimi düşünüyordum. İçeri girdiğimde rahatlatıcı bir kır kokusunu içime derince çektim. Rahatlamaya her zamankinden daha çok ihtiyacım vardı. Doktorun masasının önündeki sandalyeye oturdum. İlaç depolarının eşantiyonları ile doluydu masanın üstü. Kalemlikler, küçük not kâğıtları, üstlerinde bir sürü markanın isminin yazılı olduğu kalemler, bir de bir ucuna dokununca dakikalarca bir o yana bir bu yana gidip gelen toplardan vardı. Doktor elindeki dosyada, benimle ilgiliydi dosya, bir şeylere bakarken ben de çocuksu bir hevesle bu topların birine dokundum ve bir o yana bir bu yana gidip gelişlerini izledim. Tıpkı belirli bir yön bulmak isteyen ama o yönü bulamadığı için oradan oraya savrulan insan gibi bir o yana bir bu yana savrulup duruyorlardı.
“Evet,” diye başladı söze, dosyada ne aradığını bulmuş gibi bir yüz ifadesiyle. “Evet!” arkasından kötü bir şeyler söyleyeceğini sezmiştim. İki göğsümün arasından sıcak bir şeyler içime doğru yayıldı. Bütün organlarım nefes almamam için iş birliği yapmışçasına dört bir yandan sıkıştırıyorlardı beni. Doktoru duymamak için açık pencereden dışarıya baktım. Belki dikkatimi dışarıya verirsem kötü haberleri duymazmışım gibi salakça bir düşünceye kapılmıştım. Ama yine de kulaklarım, kendilerini dörde katlayarak, doktoru dinlemeye başladılar. “Evet, tahminlerimiz doğru çıktı maalesef.” Maalesef mi? Bunu günde kaç kişiye söylüyor acaba diye düşündüm. Ağzı alışmış olacak ki kolaylıkla dökülüverdi ağzından. “Maalesef kanser ilerlemiş. Hemen tedaviye başlamalıyız. Bu süreçte bir yakınızın size eşlik etmesi çok önemli. Söylediklerimden hemen umutsuzluğa kapılmayın. Tıp çok ilerledi. Birlikte tedavi sürecini bir kararlaştıralım önce. Hemen haftaya da tedaviye başlarız…”
“Olur, başlayalım. Siz nasıl uygun görürseniz.” dedim. Zaten başka ne diyebilirdim ki. O, her gün en az on kişiye yaptığı motivasyon konuşmasını yapacak ben de umutlanacağım, bu illetten kurtulacağımı düşüneceğim, tedaviyi onaylayacağım, güler yüzle tekrar başarabileceğimizi söyleyecek ve ben odadan çıkacağım. Sıradaki hasta gelecek yine aynı döngü. “İnsanın günde on kez yaptığı şeyi bir kez daha yapması kolay tabi doktor bey, gel bir kez de benim yerimde ol. Ben sana diyeyim kansersin diye. Ben konuşurken sen bak pencereden dışarı gökyüzüne. Bak bakalım o temmuz günündeki masmavi gökyüzü hala masmavi kalabiliyor mu, bak bakalım kuşlar sen kanser olduğunu öğrenmeden önceki gibi neşeyle uçabiliyor mu, bak bakalım insanlar aynı telaşla koşturuyor mu? Kanser olduğunu öğrendiğinde her şeye o renkli, umut dolu gözlerle bakabiliyor musun? Gel bir de benim yerimden bak bakalım hayata!”
İçimden söylediklerimden habersiz olan doktor, artık gitme vaktimin geldiğini belli etmek için ayağa kalıp bana doğru yürüdü. Elimi sıkarak “Umutsuz olmayın, birlikte başaracağız…” vb. şeyler sayıkladı. Odadan çıkmadan önce derin bir nefes daha aldım. Artık oda rahatlatıcı kır kokusuyla değil, mezarlardaki toprakların kokusuyla doluydu. O güzelim kır çiçekleri yerini mezarların üstüne bırakılan, çürümeye yüz tutmuş kır çiçekleri gibi kokuyorlardı. Her şey siliniyordu aklımdan. Tek bir görüntü kalmıştı şimdi geriye; pencerede gördüğüm masmavi gökyüzü, uçan kuşlar ve aşağıda telaşla bir o yana bir bu yana koşturan insanlar. Giderek renklerini kaybediyorlardı hafızamda. Sonunda siyah beyaz oldular. Eski Türk filmlerini andırıyorlardı bu halleriyle.
Pencere, gökyüzü, kuşlar, insanlar ve pencere. En önemlisi de açık pencere. Hastanenin koridorunda ağır adımlarla yürürken gözümün önünde duran, doktorun odasındaki o açık pencere. Yolun yarısı otuz beş eder deyip de kırk altısında penceresini kapatan o şair ne diyordu:
“Ölümü düşünüyorum,
Laleli’de bir sokaktan tabutum geçiyor,
Saygı duruşunda bilmediğim insanlar,
Bütün pencereler açık biri kapalı,
Kederlerim, ümitlerim, hayallerim,
Ve gelen bir iki dost mezarlığa kadar,
Sonra kadınlar kadınlar gözleri yaşlı,
Ölümü düşünüyorum
Bütün pencereler açık biri kapalı”