Sezai Karakoç’a ait şu dizeler, dilime pelesenk olmuş sözlerdendir:
“Şimdi ayı bekliyorum
Ay doğunca onu yerime gözcü bırakacağım
Aradığım bu ülkede de yok
Taşlar hatıra yazılamayacak kadar fazla kararmış.”
Bugün bile bu cümleler aklımın odalarından geçerken “Aman yarabbi, bu ne figandır!” diyerek aynı yerle yeksan haliyle sızılar bırakır benliğime… Hep aradığım fakat bulmaktan korktuğum bir şeylerin burukluğu belki de…
Taşa yazmak kolay olmadığı gibi, yazılanlar, dostluklar, hatıralar da öyle kolay kolay uçup gidecek türden değildir. Karakoç da hatırı sayılır insanların arasındaki manevi birliktelik hazlarının yoksunluğundan taşları karartmış ve böyle bir serzenişte bulunmuş sanki.
Böyle içli anlatamasak da bu kaygıyı taşıyanlarımız, “Ah nerde, o eskiler!” diye başlayanlarımız pek çok şimdilerde de.
Ve dostlar…
Terentius’un bir dostu için söylediği, bağlılık ve sevgisini ifade eden şu cümlesi bıçak gibi kesiyor şah damarımızı… "Onunla her şeyi paylaşmak zevkinden mahrum kalınca, hiçbir zevki tatmamaya karar verdim."
Her birimiz kendimiz için kurduğumuz dünyalarda yaşıyoruz. Şüpheyle karşılıyoruz gözümüze değen gözleri, uzanan ellere ellerimizi vermek için önce iyice tartıp ölçmeyi, hesaplar yapıp çıkarlarımızı gözetmeyi tercih ediyoruz. En ufak sarsıntılardan zarar görmeden sıyrılma üzerine bütün planlarımız. İçe dönük hayatlarımızda renklere yer kalmamış, ziyalar bizden uzak ve tek başınalığı yudumluyoruz aldığımız her nefesle…
Yapaylığın maddi manevi içimize sızdığı bir çağ bu. Atalarımız sağlam olsun diye evlerin temelini taştan oyarlarmış. Her biri özenle seçilip uygun yere yerleştirilirmiş. Taşı gediğine koymak misali. Şimdilerde kalıp kalıp kocaman binalar inşa ediliyor. Temeli çeşitli malzemeler karıştırılarak oluşturuluyor. Yine de sağlamlığından bir türlü emin olamıyoruz, tartışıyoruz “Şöyle olmalıydı, böyle olmalıydı, benim dediğim gibi olmalıydı…” demekten vazgeçmiyoruz. Ya yediklerimiz içtiklerimiz? Şöyle bir düşünün: Sütümüz, yoğurdumuz, ekmeğimiz, içtiğimiz su doğal diye yine kaç kez rafine edilip dolduruluyor şişelere. Ambalajında yazan doğal ibaresine tutunarak güvenle içiyoruz. Görünüş oldu aslolan, içi kof dışı janjanlı sunumlar gözümüzü doldurmuyor mu? Ve midemizi dolduran bunca karışım, ruhumuzu da karıştırmıyor mu sizce? Samimiyetten uzak tekdüze programlanmışçasına günler yaşamıyor muyuz? Böylece içimizdeki boşluklar birbirine ulanıp kocaman kara labirentlere dönüşüyor. Oralarda bir yerlerde benliğimizi kaybediyoruz…
Bir türlü tamamlanamayan şeyler var ve biz her günü eksik yaşıyoruz ama o eksikliğin ne olduğunu bulup gideremiyoruz. Her istediğimizi elde etmiş olsaydık mutlu huzurlu mu olacaktık? Başka yerde, başka bir zamanda yaşasaydık tamamlanacak mıydık? Bizim derdimiz kendimizle mi yoksa ötekilerle mi? Kafanızın içinde sizi rahat bırakmayan sorularınız sorunlarınız birikip ağırlaştırıyor mu sırtınızı? Bildik ki; ‘Amellerimiz niyetlerimiz üzeredir. (hadis) Bize düşen kalplerimize dönmek o vakit… Vicdan hep doğruyu seçer. İçsesimizi doğru konuşturup dinlemeyi bilmek çok önemli. Samimiyeti kalbimize yerleştirdiğimizde, sağlamlığı da sağlamış oluruz. Kalbi ve beyni ayrı olan, dili başka, vicdanı başka söyleyenlerden olmayalım. Taş yerinde ağırdır diyerek, şehirleri dolaşıp ak taşlar aramak zorunda kalmayalım… Yanı başımızda sırtımızı huzurla yaslayacağımız, önyargısız, sabırla dinleyen yol arkadaşları yok değil. Onlardan biri olabilmekse ayrı bir tat…