Nedir bu «yeni dünya düzeni»?
Yıllar önce «Belçika» ve «Osmanlı Devleti» ilişkileri üzerine bir çalışma yaparken; bu konuları biraz araştırmıştım, bu konuyu açıklayabilmek için,
Meseleyi biraz gerilere kadar götürmek icab etti.
Meselenin kökenini «Haçlı Seferleri»'ne ve buna bağlı olarak «tarihî coğrafî keşiflere», güyâ batılılarca «Amerika»'nın, «Hind»'in keşfine kadar gitmek icab etti.
Biz, yani «Batılılara göre biz» kendi doğumuzu bile elin batılıları sâyesinde, öğrenebiliyoruz.
«Batılılar»ca «Şark» araştırmalarını bir yana bırakalım.
Dünyada «Kurân-ı Kerim»'in ilk defa 1149 tarihinde «Latince»'ye çevrildiğini, biliyor muyuz?
Elin adamları bu çeviriyi «kurân» öğrenmek için yapmadı, müslümanların rûhunu öğrenmek için yaptı.
Burada «Bizim doğuya, Amerikaya» yapılan keşif faaliyetlerinden bahsetmenin bir gereği yok.
Ayrıca «Piri Reis» haritalarına dayanarak, «Amerikayı ilk biz keşfettik» demeye de gerek yok.
Amerika'yı ilk sen keşfettin de ne oldu?
«Bâkir Amerika»ya ilk defa «Portekizliler», «İspanyollar» gitti; onları
İngilizler ve Fransızlar takib etti.
Bu arada bunları, «müstemlekeci (sömürgeci)» diye yaftalamanın bize bir faydası var mı?
Yok!
Belçika dedim, konuyu şuraya bağlayacağım.
Daha Roma İmparatorluğu ve daha sonra Bizans İmparatorluğu devrinden beri, bu imparatorlukların her gittikleri yerde «konsoloslukları» bulunuyordu.
Bu konsolosluklar, genellikle «ticâretgâh» olan, ve çoğu «limân» ve «iskele» olan yerlerde, zamanımız tabiri ile «büro»ları olan yerlerdi. Bu «bürolar» buralardaki ticârete yön verirken, aynı zamanda o memleketin, kendi bölgesine dair, bağlı bulunduğu devlete (ki bunlar Roma, Bizans, Venedik, Ceneviz, Napoli, İspanya, Fransa, Felemenk-Hollanda-, Portekiz vs.) mütemadiyen raporlar gönderiyordu.
Durum bundan ibâret iken.
Osmanlı Devleti ilk daimî seferetini (elçiliğini) 1793'te Londra'da açtı.
Buraya sefîr olarak gönderilen Yusuf Agah Efendi, Londra'ya varınca feleği şaştı, hiç aklında olmayan bir dünya ile karşılaştı.
Çünkü o tarihe kadar Osmanlı Devleti'nin dünyada ne olup bittiğinden haberi bile yoktu. Hatta 1758'de, o zamanki Almanya devletlerinden Prusya'nın bir temsilcisi, o tarihlerin büyük gücü olmaya başlayan, Rusya çarlığına karşı, Osmanlı devleti ile bir andlaşma yapmak üzere, İstanbul'a gelmiş olan elçinin talebini, «gavurla ittifak haramdır» diye reddetmişti.
Aynı tarihlerde Avrupa, «buharı» yani «makineleşmeyi» bulmuştu.
Aşağı yukarı Yusuf Agah Efendi'nin Londra Sefiri olduğu tarihlerde, o zamanın iki en büyük gücü olan İngiltere ile Fransa savaşa tutuşmuştu. Bu savaş o kadar uzun sürdü ki, Avrupa'da bir «savaş endüstrisi» oluştu. Hem İngiltere'de, hem Fransa'da büyük bir sanayi ortaya çıktı.
1815'te zamanın «Düvel-i Muazzaması» bu savaşın Dünya'ya zarar verdiğine karar vererek, bir dünya düzeni kurmak üzere «Viyana Kongresi»'ni düzenledi. Bu kongreye Osmanlı Devleti de davet edilmişti. Ancak, Osmanlı Devleti, henüz dünya gidişatını anlayamadığı için, bu kongreye katılma gereği duymadı. Kendisini temsil yetkisini zamanın Avusturya Başvekili Klemens Wenzel Lothar von Metternich'e havâle etti.
O kongreye, Fransa, İngiltere-Fransa savaşında mağlûb sayıldığı için çağırılmadı.
Toplantıya İngiltere (Birleşik Krallık), Rusya, Avusturya, Prusya (Almanya), daha sonra İspanya ve İsveç de katıldı.
Halbuki orada toplananlar, o zamanın bilinen dünyasına yeni bir düzen veriyordu.
O tarihlerin büyük güçleri âlenen ve bir andlaşma ile dünyayı kendi aralarında paylaştılar.
Ortalama tarih bilgisi olan husûsları burada tekrar etmeye gerek yok.
Yunanistan Türkiye'den ayrıldı, Yeniçerilik kaldırıldı, Mehmed Ali Paşa'nın Mısır ordusu Kütahya'ya kadar geldi. Osmanlı Devleti, kendi valisine karşı Rusya devletinden yardım istemek mecburiyetinde kaldı.
1838'de Osmanlı Devleti İngiltere ile Baltalimanı Ticaret Andlaşması'nı imzalamak mecburiyetinde kaldı.
Yukarıda İngiltere-Fransa savaşı dolayısı ile oluşan savaş sanayii, bu savaşa son verilmesi ile âtıl kalmış, Avrupa'da büyük bir işsizlik başgöstermişti.
Baltalimanı Ticaret Andlaşması da, bu Avrupa sanayiine bir pazar bulma meselesinden başka bir şey değiltir.
İngiltere ile yapılan bu andlaşmada pek çok madde olup, bunların en önemlileri, gümrük muafiyetleri idi ki, bu başlangıçta, sadece İngiltere'ye tanınırken, müteakib yıllarda, aynı andlaşmanın benzerleri, diğer Avrupa devletleri ile (Hollanda, Belçika, Fransa ve sair diğer devletlerle de) imzalandı. Avrupa'nın makine sanayii karşısında bizde, sadece «destgâhlarda» dokunan ipekli ve yünlü
«doğuya mahsus» sanayiiden ve hammaddeden başka bir şey yoktu. Dolayısı ile Osmanlı coğrafyası Avrupa'nın sanayiine teslim oldu.
Belçika konulu araştırmayı yaparken Prof. Dr. Şevket Pamuk'un bir kitabında bu olan biten için şöyle dediğini gördüm:
«Bu bir küreselleşmedir»
Bu şartlar muvâcehesinde, bütün Osmanlı coğrafyasının, başta ticâret şehirleri ile liman ve iskeleleri, Avrupalı tüccarların akınına uğradı; bunların kimisi satıcı idi, kimisi de hammadde alıcısı idi.
Konuyu Türkçe'ye bağlarsak.
Bu tarihlere kadar sadece «devlet» kademesine yettiği düşünülen
«yazı türkçesi»'nin yanında ayrıca, «batı dillerini» bilme ihtiyacı ortaya çıktı.
Burada uzun uzun anlatmaya gerek yok, «klasik osmanlı şerʻî mahkemeleri» yanında bu ticârete bağlı olarak, değişik mahkemeler ihdâs etmek, mahkemelerde, bu batılı tüccarlar ile iletişim için
«tercümanlar» istihdâm etme, ihtiyaçları ortaya çıktı.
Devlet bir tarafa, ilk defa ahali başka dil bilen insanlarla muhatab olmak durumunda kaldı.
Bunlara bağlı olarak, başta yeni ve batılı olmak üzere askerî okullar, mühendishâne, tıbbiye kurmak icab etti.
Bu üst düzey okullara öncelikle talebe yetiştirmek icab etti.
Bu konuların «batılılaşma» ile bir alakası yok, elin adamları, elin devletleri senden yüzyıllarca önceden gitmiş, sen de mecbûren onun peşine takılmışsın.
(Bu konuların bizi nasıl alfabe değişikliğine götürdüğüne dair, ayrı bir yazı yazıyorum, onu sonraya bıraktım)
Konuyu toparlarsak!
Önümüzdeki yüzyıl türkiye ve türkçe yüzyılı olur mu?
Zamanımızda, Dünya'da 300 milyona yakın insanın, lehçe ve şive farklarına rağmen, Türkçe konuştuğu hesaplanabiliyor.
Zaten bu 300 milyonun, 100 milyonu, doğrudan doğruya birbiri ile anlaşan Azerbaycan ve Türkiye Türkleridir.
Balkanlar ve Avrupa'daki Türkleri bir tarafa bırakırsak, geri kalan 200 milyon Türk dillilerin büyük kısmı Rus hegomanyası, diğerleri de Çin hegomanyası altındadır.
Bu durumda Türkçe'nin merkez ülkesi Türkiye gibi görünüyor. Ancak!
Türkiye'de «Türkiye Cumhuriyeti Devleti»'ni ilgâ etmeyi, bir «ümmet devleti» kurmayı, bu devlete «türkçe» yerine «arapça» bir dil benimsetmeyi gâye edinen oluşumlar var.
«Türkçe kurân meali» günâh sayan, müridlerine «türkçe'den uzak durmayı» şiddetle tavsiye eden, muhtemelen «kökü dışarıda» tarikat görünümlü oluşumlar var.
Yapılan araştırmalara ve gözlemlerimize göre
Adını «sömürgecilik» eseri de koysak bile, dünyada en çok konuşulan ve revaçta olan diller olarak, «İngilizce», «İspanyolca», «Fransızca»,
«Çince» ve «Malayi»başlığı altında toplayabileceğimiz uzak doğu dilleri ile tamâmiyle coğrafya kaynaklı içinde Farsça'nın da olduğu
«Arapça» başı çekiyor. Türkçe dünya dilleri arasında en konuşulan diller arasında zaten tarihin bilinen devrinden beri revaçta olduğu gibi, günümüzde 20. sırada olduğu söylenebiliyor.
Öğrenilmesi gereken diller olarak da İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Almanca gösteriliyor.
Bu şartlar altında, bizim kendimize hâs bir îcâdımız yok, çok çok ses getiren akademik bir buluşumuz yok, dünyayı bize çeken sâhillerimiz, rakimiz, baliğimizden başka bir şeyimiz yok. Ne idüğü belirsiz ve topluma hâkim vaziyette görünen tarikatlar müridlerine «türkçe»den uzak durun diyor. Zannedersin ki, bu tarikatleri yönetenler dört başı mamur arapça biliyor.
Zamanımızda yaşanılan her gelişmenin bir arka planı var.
Aya gideceğiz demekle aya gidilmiyor!
Zaten elin adamları aya 60 yıldır gidip geliyorlar, henüz bir şey bulamadılar ama başka bir şey buldular, aydan ötesini.
Kutuplara seyahat düzenlemek ile kutup araştırmacısı olmuyorsun. Elin gavurları kutuplara zaten 500 yıldır gidip geliyor.
Oraya üçbeş kişi gönderince ne bulacağını sanıyorsun? Bu yüzyıl bu şartlarda nasıl Türkçe yüzyılı olabilir?