BİR GÜZEL ADAM GEÇTİ KARAMAN’DAN
 

1995 Yılında okuduğum Çok Sesli Bir Ölüm kitabıyla hafızamda yer edinmiş çok kıymetli Rasim Özdenören’ i Karaman’da görmek, sohbetiyle müşerref olmak, anlatmaya muktedir olamayacağım helecanları sundu benliğime…  Onu okurken, varlığımın girdiği çıkmaz sokaklar, yaşadığı anaforları ruhumda hissettiğim, kalbimin ritimlerini kelimelerine göre ayarladığım, zaman dilimleri misafirim olmuştu… 
Fakültenin konferans salonunda konuşmanın başlama saatini beklerken, dışıma taşan heyecanım yanımdaki arkadaşımın da dikkatini celbeymiş olacak ki neden böyle olduğunu sordu. Ben de onu yıllar önce kitaplarından tanıdığımı hayalimdeki silüetinin şimdi capcanlı karşıma geçtiğinde, kendimde nasıl bir yansımanın meydana geleceğini kendimin de merak ettiğinden,  yerimde kıpraşıp durduğumu anlattım. O Yedi Güzel Adam’dan biriydi. Ve insanın hayatında kaç kez güzel adamla karşılaşabilir ki diyerek sesli düşünmüştüm. 
Ve işte o munis tavrıyla giriş yaptı güzel adam. Yorgundu ama o da heyecanlıydı besbelli.
Konuşmasına, kâinatı okumak fikrini tahlillerle anlatarak açıklamaya başladı. Kâinatı okumak demek, kişinin yaşamına, bilgisine, hayat adına biriktirdiklerine, iç dünyasına, kişiliğinde var olan meziyetlerinin bir bütünü olduğunun, bu yüzden herkesin okumasının farklı olacağından söz etti. Bir eğitimcinin, bir yazarın,  bir bilgenin, annenin, bir kralın okuması velhasıl yaşayan her bireyin okuması değişiktir diyordu Özdenören. Bu kalp gözüyle görmek  değil miydi? Kalpten geçirerek sözleri, gözleri,  nefesleri, öyle bakmak değildi de neydi? Hatıralarından kitaplarından kesitlerle dopdoluydu sunuş.  Sezai Karakoç’suz Rasim Özdenören konferansı ı düşünülemezdi, nitekim Sezai Karakoç’un kendi yazdığı bir cümle için; ’Senin bu cümlen için bütün şiirlerimi feda ederim.’ Dediğini  ‘Siz onun için aynı şeyi yapar mıydınız? Diye soran bir dinleyiciye:’ Yapardım ve yaptım da, ben Sezai ağabeyi tanıdıktan sonra 3 yıl hiçbir şey yazmadım ve bunu öğrendiğinde çok üzülmüştü,  desene sana kötülük etmişim’ dediğini anlattı. 
Kitaplarından alıntıladığı kesitler hayatından paylaştığı anılarla konferans bitmişti. İstemeyerek ayrılmak zorundaydım ben de birçokları gibi. 
Fakülteden ayrılıp başka bir mekânda gerçekleşecek olan Şehir Üzerine Söyleşiler üzerine yapılacak panele katılmak üzere vaktin geçmesini beklemeye başlamıştım.
Ve yine sayılı dakikalar geçmiş konuşmacılar yerlerini almıştı. Rasim Özdenören, Mehmet Harmancı, Köksal Alver’le oturum şeklinde başladı söyleşi. İlk olarak Rasim Özdenören, bir şehrin nasıl kurulduğunu, orada yaşayan insanların şehre kattıklarını, kentleri meydana getiren makam yoksa o şehrin ruhsuz olacağını nakletti. ‘Şehirler insanların durağanlaştığı sükûn bulduğu yerlerdir. Ama durağanlaşmak işlevselliği yok eder, şehrin uyarıcılardan uzak olduğunda kokuşmaya başladığını görmekteyiz. Yunus Emre’nin bu minvalde söylediği:  “Kastım budur şehre varam Feryad-u figan koparam” sözü çok anlamlıdır. Dinamize olmak için düşüncenin irfan olduğunu bilmek gerekir. Varlığın özünü anlamak için, bu düşüncelerle kurulmuş şehirlerin inşa edilmesi lazımdır. Mekke’nin varlık sebebi aslında makamıdır ve bu Mekke’yi Ümmü'l Kurâ yapan özdür. ‘ dedi
Köksal Alver de, şehri şehir yapanın insanlar olduğunu, bir şehirden sıkıldığımızda orayı terk etmek istediğimizde yine gideceğimiz yerin bir şehirden başka bir yer olamayacağını, önemli olanın şehre vefa göstermek olduğunu ifade etti.  Mehmet Harmancı oturum başkanı olarak konuşmacıların anlattıklarını kısaca özetleyerek paneli bitirdi.
 Ertesi gün saat 19’da Yedi Güzel Adam’dan bir diğerini, sevgili üstaddan dinlemek üzere başka bir mekândaydık. Akif İnan’ı anlatacaktı bizlere. Akif İnan’la yol arkadaşlığı yapmış çok yakın dostundan onu dinlemek bulunmaz bir fırsattı benim için. Birinin ismi anıldığında diğerlerini anmadan geçmek asla mümkün olamazdı elbette. Ve Alaaddin ÖZdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Sezai Karakoç ve Akif İnan hatıralarıyla dopdolu dakikaları dinlemek büyük keyifti.  Onlar medeniyetin burçlarıydı ve açtıkları yolda yürümek soyluluktu. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda bile edebi kişiliklerinin naif mizaçlarının varlığı hissedilebiliyordu. Zarifoğlu’nun arkadaşlığının aralarında geçen konuşmalarda derin bir kuyuya düşmek olduğundan bahsediliyordu. Şiir yazmak uçurumda yuvarlanmaktır deniliyordu.  Akif için, ‘ Yakıcı rüzgârların çocuğu, sohbeti mücehhez bir insan…’ deniliyordu. A. İnan’ın Ahmet Haşim’in bütün şiirlerini ezbere bildiğini ve fakat asla etkisinde kalmadığını Turan Karataş’ın dile getirmesi üzerine, ‘Evet bilirdi ama asla etkisinde kalmamıştır’ dedi.
Necip Fazıl’a, İnan’ın nereli olduğu sorulduğunda Urfalı olduğunu söyleyenlere, hayır Urfa Akiflidir diyerek cevap verdiğini ve N.Fazıl’ın neden geç doğdun diyerek serzenişte bulunduğunu hafızamıza bir tebessümle birlikte nakşetti üstad. Zaman zaman hüzünlü zaman zaman tebessümlü hatıralarını anlattı. Hayatı boyunca Akif’in istediği ortamı bulamadığını ve bu yüzden çorak toprakta çıkıyoruz dediğini, aslında tam bir eylem adamı olduğunu bizimle tanışmamış olsaydı çok farklı yerlerde güçlü hitabetiyle iyi bir siyasetçi olabileceğini ifade etti. 
Tadına doyulmaz bir sohbetti. Bir daha kim bilir ne zaman böyle bir sohbete eşlik etme bahtiyarlığını elde edecektik. Zaman dolmuş istemeyerek de olsa ayrılma vakti geldiğinden beynimize zerk edilen samimiyet, dostluk, vefa örneği nev-i şahsına münhasır hayatlarıyla belleğimize kazınmış şahsiyetleri düşünerek, gecenin karanlığına doğru yürümeye başlamıştık artık...