Tarık Buğra; edebiyatımıza her ne kadar hikâye türüyle giriş yapmış olsa da onun roman yazmadaki ustalığını da biliriz. Yazdığı romanlarda kasaba hayatını iyi bildiği için genellikle anlatacağı konularını ve kahramanlarını kasaba hayatından seçer.
Yazdığı ilk roman olan Siyah Kehribar, o dönemde eleştirmenler tarafından çok eleştiri alır. Siyah Kehribar; o dönem İtalya’da kabul edilip hüküm süren faşist anlayışı ve bu rejime karşı duran vatanseverlerin mücadelelerini, Türk Aydını’nın çektiği sıkıntıları anlatır. Aslın da Buğra, Mümtaz Turan’ın deyimiyle; “Tarık Buğra’nın burada iddiasız görünüşüne rağmen büyük bir tezi, “Yirminci asrın hüznü” dediğimiz hastalığı, ele aldığını sanıyorum. Günümüzün trajedisi romandaki maceralara bir fon müziği gibi baştan sona refakat ediyor.” Tarık Bey genelde yapılan eleştirilerden memnun görünüyor çünkü yapılan eleştiriler üstüne diş bileyip daha güçlü yazarak bu eleştirileri kendine bir sebep görüyor..
Siyasi dönemi anlattığı; Yağmuru Beklerken ve Dönemeçte romanlarında da insanların yeni kurulan siyasi partiler ve bunların yanı sıra kasaba halkının kendi iç çatışmalarını anlattığı iki önemli romanıdır. Siyasetin kasaba da yaşayan kesimi nasıl etkilediğine eşsiz bir şekilde şahitlik ederiz. Yağmuru Beklerken romanında Serbest Fıkranın Kuruluşu ve Yağmur Beklentisi gibi iki ayrı hikâye varken bu iki hikâye birbirinin devamı gibidir. Yazdığı bir diğer roman ise Osmancık romanıdır; üzerinden onca yıl geçmesine rağmen Osmanlı Beyliğini ele alıp Osman Bey’in Osmancık olarak başlayıp Osman Gazi olmasına kadar çok yönlü bir şekilde anlatır. Hangi dönemde olursa olsun tarihten yola çıkarak kısıtlı malzemelerle bir roman yazmak kolay olmamalı bence.
Tarık Buğra romana biraz ara verse de dönüşünü, Mehmet Kaplan’ın da bitirme tezi olarak kabul ettiği, Küçük Ağa ile yapacaktır. Milli Mücadeleyi ele aldığı Küçük Ağa ve Firavun İmanı adlı romanlarında Kurtuluş Savaşı’nın gizli kahramanlarından bahseder. Küçük Ağa romanında Çolak Salih’in savaştan çolak olarak dönmesi ve bir bunalım içine girmesi, düşmanı dost bilmesi sonra bir konuşmaya şahitlik ederek bunu öğrenip o üzerinde ki ölü toprağını atarak Milli Mücadeleye hizmet etmeye karar verir. Tarık Buğra'nın bu eseri o dönemin zorluklarını, çilesini bir kasabadaki çeşitli kahramanlar aracılığıyla anlattığı romandır. Firavun İmanı romanında ise Sakarya Muharebesi’nin öncelerinden başlayıp sonralarına kadar anlatır. Buğra bu eserin de ihanetin, satılmışlığın, çıkara hizmet etmenin, üç kağıtçılığın o dönemde ki örneklerini bize açık bir şekilde gösterir.
Tarık Buğra romanlarında ki sadece kuru bir milliyetçilik veya bağımsızlık düşüncesi değil, aksine bu düşüncenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Milli Mücadeleyi ele aldığı romanlarında, diğer milli mücadeleyi ele alan romanlarda ki gibi Türkler ve Rumları savaşan iki millet değil de, aynı haklara sahip iki hür halk olarak anlatır. Buğra dönemin önemli olaylarını bireyleri nasıl etkilediğini tarafsız bir şekilde ele alır. Buna Küçük Ağa romanında ki Çolak Salih ve İstanbullu Hocayı örnek verebiliriz.
Tarık Buğra; Kurtuluş Savaşını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu konu alan siyasal roman geleneğimizin Yakup Kadri, Kemal Tahir gibi köşe taşlarından biridir. Romanlarında olayları yaşayan bireylerin iç çatışmasını, psikolojisini, düşüncelerini ele alıp ortaya güçlü karakterler çıkardığını görürüz. Bu kişileri realist ve gayet sade bir dille bizlere yansıtır, tabi yansıttığı karakterler veya yazdığı romanlarda Milli-Modernist olmaktan farklı olarak İslami-Muhafazakar duyarlılıklar yaşayan insanları anlatır. Bu da eserlerinin özgün ve doğal olmasını sağlar. Öyle ki olayların geçtiği kasabalarda bazı konuşmaları ağızdan döküldüğü gibi aktarır.
Tarık Buğra romanlarında modern ile geleneğin, Millilik ve İslamcılığın arasındaki çatışma ve olayları küçük kasabalarda ki insanların doğal ve gerçekçi dünyalarında ki haliyle önümüze koyar. Modernist romanı olumsuz etkileyen klişe tiplemeler ile anlatılan halk burada kurtuluş-kuruluş sorununun tüm iç çatışma ve sancılarını, aklında, vicdan ve inancında, kendi yerelliğinin motifleriyle yaşayan sahici insanlar olarak yer alır. Tarık Buğranın romanları, Kurtuluş Savaşı’nı izleyen büyük dönemeçler ve dönüşümlerin toplumsal gerilimler ve uzlaşmaların halk katında en yetkin anlatımıdır.
Tarık Buğra’nın öykücülüğü de beni hep etkiler; onun öykülerinin havası hep bir hüzün içindedir. İlk hikâye kitabı olan Oğlumuz adlı öykü kitabı 13 öyküden oluşur. Bunu, yazdığı ilk hikâyesi Kekik Kokusu adlı hikayesinin beğenilmemesi üzerine üç saatte yazmıştır. Buğra’nın öykülerinde üç ana konu vardır; bazı bölümlerde taşra hayatını benimseyen Buğra diğer yazarlar gibi gözlem yoluyla değil de o dönemde ki insanların hayatlarının değişmesiyle, önemli olaylardan etkilenmeleriyle görülen ahlaki değişim ile ele alır. Diğer bir konu gençlerin yaşadıkları hayal kırıklıkları ve masum aşkları. Son olarak da günlük yaşam öyküleri. Hikâyelerinde daha çok aile içi çatışmalar, yakın çevre, kasaba yaşamları konu olmuştur. Bana göre Buğra olay hikayecisi değil aksine durum hikayecisidir ve hüzünden beslenir. Yani öykülerinde yarım kalmışlıkların, aşkın, çocukluğun bir hüznü vardır.
Prof. Dr. İnci Enginün’ün de dediği gibi; Yazdığı her eserinde gözünü gününün meselelerinden hiç ayırmayan Tarık Buğra geniş bir coğrafya ve tarih sayfaları içinde başarıyla dolaşmış değerli bir yazardır.
Tarık Buğra’nın edebiyatımızda roman ve hikayecilikteki önemini ne kadar anlatsak az gelir. Turan Karataş hocamızın da dediği gibi; “Çıraklığı olmayan “usta”olarak tanımaya devam edeceğiz.