“ONU FETHEDEN KOMUTAN NE GÜZEL KOMUTAN, ONU FETHEDEN ASKER NE GÜZEL ASKERDİR”
Her şey “Onu fetheden komutan ne güzel komutan, Onu fetheden asker ne güzel askerdir” sözüyle başladı. Herkes bu hadiste anlatılan komutan ben olabilir miyim düşüncesiyle çıktı yola… Kimisi bu yolda mücadele etti, kimisi ise bu yola dahi çıkmayı göze alamadan vazgeçti, kimisi de mücadelesini vererek şehitlik mertebesinde ebedileşti! Peki, neydi bu fethi imkânsız kılan? Büyük heybetli kaleleri mi, aşılmaz engin denizi mi, yoksa Bizans’ın gücü mü? Evet, her şey belki imkânsızdı, aşılamaz, yıkılamaz, yenilemezdi bir İmparatorluk karşısında. Yıkılmazdı; çünkü sağlam surların yıkılması ancak güçlü bir silahın olması ile mümkün olabilirdi. İmkânsızdı; dünyaya asırlar boyu hükmetmiş bir İmparatorluğu mağlup etmek. Yenilmezdi; çünkü o Büyük Bizans İmparatorluğu idi… Ta ki 1453’e kadar!
1453’e kadar Osmanlı ne durumdaydı diye bakacak olursak; Osman Bey zamanında bir beylik olarak adını duyurmuştur. Beylik Orhan Bey zamanın da devletleşme sürecine girmiş, teşkilatlanmıştır. Daha sonra açılan kurumlar ve düzenli ordu ile adını tarihe altın harflerle yazdırmaya hazırlanmıştır. Osmanlı’nın ayak sesleri henüz Avrupa’da duyulmasa da yaptıkları yapacaklarının işareti olmuştur. 2. Murat döneminde de devlet devletleşme sürecini tamamlamış, cihan hâkimiyeti mefkûresini gerçekleştirme çabasına girilmiştir. Daha sonra babasının isteği ile 2. Mehmet tahta oturmuştur. Tabi ki devletin henüz 12 yaşında, tecrübesiz bir gencin eline bırakılması içte ve dışta büyük buhranlara sebep olmuştur. Bu durumda 2. Mehmet tahtan indirilmiş ve babası tekrar yönetimi ele almıştır. Böyle bir durumda hem kendi halkının hem de batının karşısında mağlup olmuştu fakat yenilgiler ve zorluklar insanı daha da güçlendireceğinden şehzade Mehmet, ileride yapacaklarının hayalini kurmaya başlamıştı. 2. Murat’ın vefatıyla tekrar tahta geçen Mehmet’in amacı, halkının ve batının yeniden itibarını kazanmaktı. Kaybedilen itibarı yeniden kazanmaksa ancak kazanılması zor olan bir zafer ile mümkün olabilirdi. Sultan Mehmet işe ilk olarak hanedan içerisindeki değişikliklerle başladı. Babasının zamanındaki bazı devlet adamları görevden alınırken, bazıları ise eski görevinde devam etmiştir. Sadrazam Çandar’lı Halil Paşa da bunlardan birisidir. Halil Paşa, 2. Mehmet’in ilk tahta çıkışından sonra indirilmesinde rol oynamıştır. Bu yüzden Mehmet ona büyük kin beslemiş, her gün onunla hesaplaşacağı günü beklemiştir.
2. Mehmet’in devlet yönetimi konusunda da Halil Paşa’nın fikirlerine ve devlet tecrübesine de ihtiyacı vardı; fakat 2. Mehmet İstanbul’un fethi için Çandarlı Halil Paşayı büyük bir engel olarak görüyordu. Çandarlı Paşa barış ve uzlaşma taraftarı idi; fakat sultan Mehmet İstanbul’un fethini padişahlığının ilk şartı olarak görüyordu. Zağanos Paşa ve Şehabeddin Paşanın da etkisi ile fetih siyasetini sürdürmeyi planlıyordu. İlk olarak Rumeli Hisarı’nın inşasıyla başladı daha sonra gemi yapımı ve topların dökülmesi ile devam etti; fakat topların çapının küçük olması, atış menzilinin kısalığı nedeniyle Sultan Mehmet endişeli idi. Bunun için top ustası Urban’a daha büyük top dökülmesi için teklif götürüldü. Urban bu teklifi olumlu karşıladı ve şahin adını verecekleri büyük topu dökme hazırlıklarına başladı. Bu sırada Rumeli hisarının yapımı bitmiş ve yeteri kadar gemi yapılmıştı; fakat Haliç’in girişi kırılmaz, sağlam zincirlerle kapalı olduğundan bu gemilerin oradan geçmesi imkansız görülüyordu. Peki Bizans böyle bir fethe hazır mıydı? Ya fethin sonucunda ki yenilgiye? Bizans’ın yani o dönemdeki adı ile Roma’nın kuruluşu M. Ö. 753 yılına dayanmaktadır. Bu zamana kadar sayısız zaferler kazanmış, tabiri caizse sırtı yere gelmemiş bir imparatorluk Bizans! Birçok devlete hükmeden, dünyanın merkezi konumunda ki Büyük Bizans İmparatorluğunun, böyle büyük bir yenilgiyi hazmedecek gücü var mıydı? Ya Papa’nın ve arkasındaki Haçlı ordularının böyle büyük bir fethi durdurabilecek inançları? Yoksa tarih Sırpsındığı’nın, Sazlıdere’nin, Hıttin’in, Malazgirt’in, Miryokefelon’un intikamını almaları için onlara fırsat mı verecekti?
Tarih 2 Nisan 1453! Bütün hazırlıklar tamamlanmış, ordu padişahın vereceği son emri beklemekte idi. Tarih 6 Nisan 1453’ü gösterdiğinde ise muhasara başladı. Bizans’ın kalın surları toplarla dövülüyor, askerleri adeta ok yağmuruna tutuluyordu. Büyük top şahin ise, kalede en heybetli yerini almış, oda büyük zafer için mücadelesini veriyordu. Lağımcılar bir yandan yerin altını kazarken, denizde gemilerde savunmasını yapıyordu; fakat savaşın ilk 3 günü istenilen başarı elde edilememişti, çünkü topların surlarda açtığı yerler hemen kapatılıyor ve kalenin bu yüzden düşmesi zorlaşıyordu. Lağımcıların kazdığı yerler Bizans askerleri tarafından tespit edilmiş ve imha edilmişti. Bunun üzerine 20 Nisan 1453 günü 4 düşman gemisinin Osmanlı donanmasını yenip Haliç’e girmeyi başarması, kuşatma aleyhinde onları cesaretlendirmişti. Bu durumu duyar duymaz atını denize doğru süren Sultan Mehmet, dalgalara meydan okumuştur. Bu olaydan sonra askerlerin ve halkın morali tamamen bozulmuş ve ümitsizliğe kapılmışlardı. Çandarlı Halil ve yandaşları Sultan’a gelerek muhasarayı kaldırmasını ve barış imzalamasını istemişler, aksi takdirde çok büyük kayıplar verileceğini söylemişlerdi; fakat Sultan Mehmet böyle bir durum karşısında daha da hırslanmış ve “Ya ben şehri alırım, ya da şehir beni!” diyerek bu uğurda ya hayat ya memat demiştir. Savaş verilen ağır kayıplara rağmen devam ediyordu. Karşılıklı gönderilen elçiler de savaşın durmasına engel olamıyordu. Ne Bizans vazgeçiyordu, nede Osmanlı! “Şehirde Latin külahı görmektense, Türk sarığını görmeyi tercih ederiz!” gibi fikirlere rağmen savaş bitmiyordu. Kahramanlarında gücünü aşmıştı kahrı savaşın. Ya feth olunacak, her yerde yankılanacaktı ezan sesleri yada sonsuza dek çanlar çınlayacaktı kulaklarda… Hayır! Feth olacaktı ve bu şehir feth olunmadıkça kıyamet kopmayacaktı. Tarih 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde kimine kıyamet günü olacaktı bu gün, kimine de düğün günü!
Savaş devam ediyordu ve İstanbul surları bir türlü geçit vermiyordu. Günler geçiyor, toplar yağıyor fakat surlar yıkılmıyordu. Şehrin içine girilecek başka bir yol gerekiyordu. Sultan Mehmet sabırsızlanıyordu artık ama bir yolu olmalıydı, surlar yıkılmalı, şehir feth olunmalıydı… Surların dört yanı sarılmıştı fakat deniz tarafı sağlam zincirlerle kapalı olduğundan, oraya bir şey yapılamıyordu. Bir şey dışında! Gemilerin karadan yürütülmesi… Evet, imkânsız gibi görülse de son çare bu idi. Tarih bir ilki yaşatacaktı bu millete! Deniz susacak, rüzgâr susacak, karalar konuşacak, tarih konuşacaktı bu olay karşısında! Gemiler Haliç’in sularına indirilmişti. Bizans hayretle karşılamıştı bu olağanüstü olayı. Gemileri karadan yürüten güç, insan gücü müydü yoksa iman gücü mü?
Tarih 29 Mayıs 1453 Salı! İstanbul feth edildi! Artık İstanbul daha fazla dayanamamıştı bu güç karşısında, açmıştı surların önünü. Fatih Sultan Mehmet tüm heybetiyle girerken içeri, surlar adeta secde etmişti. Osmanlı sancağı her yerde dalgalanırken gülecekti Ayasofya’nın yüzü. Çan yerine ezan okunacaktı minarelerinde.
Savaş zafer ile sonuçlanmıştı, kazanılması zor bir zafer… Atalarının isteyip de başaramadığı bu zaferi, Fatih Sultan Mehmet başarmıştı. Bizans İmparatoruna “Bir gece ansızın gelir Krallığınızı, İmparatorluğuma katarım!” dediği sözü tutmuştu. Peygamber’in bahsettiği komutan O, askeri de Onun askeri olmuştu. İstanbul Osmanlı’nın olmuş, Bizans ise tarih olmuştu!