Ben her bir adımı toprağa düşen şehla sokaklı mahallelerin arasında dünyaya gelmiş,
Yarım yamalak ayakkabılarını kendi gibi ter temiz ırmakların kalbine daldırarak yokluğa gülüp geçmiş,
Ellerini kül yığınlarını ıslayan yağmur sularında kirletip anne kokulu yamalı elbisesine silerek temizleyen,
Aç karnına dolaşıp taş duvarlardan dökülen tozlu kaldırımlara düşürdüğü bir parça ekmeği bulma telaşını iliklerine kadar hissetmiş,
Uçsuz bucaksız tarlaların orta yerinde büyüyen gelincikler misali sahipsiz; en kuytu köşelerde açan çoban püskülü kadar kimsesiz ,
Değeri kimi zaman bir koyun kadar yok olan ve sürüler büyüdükçe değeri hepten yok olan,
Romantizm denen şeyi filmlerde görüp iç çeken ama binlerce çiçek bahçelerinin arasında bir kez olsun sevdiğine gül koparıp vermeyi utanarak hep bir başka bahara erteleyen ruhsuz bedenlerin arasında kaybolan,
Ve her şeyle birlikte merhametini de toprağa gömen umursuz bir kadının elinde , içinde ki, yarine yar olma hayalleri toprağa gömülmüş bir gelinin çocuğu.
Ve gençliğini , büyüğünün yanında çocuk mu sevilir türküsünü söyleye söyleye dokuyarak duvara asıp öylece baba evinde bırakmış bir adamın sıcacık kucağına hasret büyümüş köylü çocuğu….
Her akşam oluşunda bin bir umutla yarınları bekleyen ; her gelen yarınlarda geçmişini özleyen,
Her şeye hasret duruşunun arkasında ufka takılı bakışlarını gizlediği gecelerde sessizce uyuya kalan,
En sıcak yaz akşamlarında üzerine çektiği gökyüzünden okşanası saçlarına buz gibi karlar yağan,
Mutluluğu odun ateşinde pişen zifiri karanlık çaydanlıktan akacak bir bardak sıcak suya ekmek bandırmaktan ibaret zanneden,
Temeli yıkık bahçelerde nasırlı bir elin kendisine dokunacağı anı bekleyen fidanlar misali nazlı ve bi o kadar çaresiz köylü çocuğu…
Her gün küçücük yüreğinden kos koca gökyüzüne rengarenk uçurtmalar uçuran,
Bem beyaz düşleri sim siyah önlüğünün üstünde eğreti duran yakasıyla birlikte kirlendikçe kirlenen ,
Yokluğu ve yoksulluğu, sevdası yamalı elbisesinin koynunda saklı ninelerin şalvarlarını her yoklayışında küçücük ellerine dökülen üzüm kurularıyla silip atıveren,
Şehir kokan insanların bir tutam kravatla köye her adım atışında kendi adımlarının altında ezilen,
Sokakları ortak, yolları ortak, çeşmeleri ortak, düşleri ve özlemleri ortak, yüzlerinde güneş yanığı temreğiye dönmüş onlarca çocuktan biri…
Yorgun akşamlarda küçücük elleriyle doldurduğu gönül testisinde kendi yüreğine merhem olacak bir damla ilaç dolmayan ve dosta akıtılacak bir tek acı olmayan,
Gülmeyi hep denemiş ama ağlamayı ezbere bilen
Büyüdükçe dertlerini şiirlerine gömen
Bütün yazdıkları bilmediği sevda üstüne
Söyledikleri görmediği duygular üstüne
Anlattıkları yaşayamadığı onca şey üstüne
Hep dert üstüne,kahır üstüne,zehir üstüne
Ve suratı sanki küçük yaşta asık çizilen…
Ve bu yüzden , bu asık yüzden yazdıklarının çizdiklerinin hep bir yanı eksik kalan köylü çocuğu…
Ve sen Ey Edepsizler yurdunda edep kıyafetine bürünmüş edep timsali…
Şehir denen taş yığınlarının arasında neşvü nema bulmuş hak dostlarının hakiki dostu.
Hiçliğin davasını pelesenk etmiş laf-ı güzafların tam ortasında kala kalmış berceste.
Bütün vücudunu Rabbi’nin terbiyesiyle yıkamış bir lahza zehaba kapılmamış şehap.
İsmi ile müsemma olmuşların halini hal edinmişlerin sofrasına tüm elleriyle banan hal-şinas.
Hakkın Hakikatiyle handan olmayı ahdü peyman etmiş şadan.
Gönlü derya olmuşların membası Mevlana diyarında şehbal açmış mader-i dost.
Yüreği Çalabın özünde köze dönen sahibi çok sahipsiz Yunus Emre’nin edebini tac edinen.
Her daim kutlu yolculuklara hicret eden binlerce yar’e yarenlik eden peygamber varisi.
Feraset ikliminde dokunmuş ahlâk çulunu sırtında ar eyleyen.
Hâli ki, olsa saçlarım kadar başım; ben hak namına yanmışım halini düstur edinmiş hak aşığı.
Hülasa…
Bir tek adam gibi adamları dost edinen.
Ve adam gibi adamların peşine giden.
Öyle ya..
Sen kim ben kim…
Yurt etmişken Karanlığı
Yazmak kim..
Aç kalmışken her daim Rabbin terbiyesine
Çizmek kim…
Ben kim haddini bilmek kim…
Siz kim bir köylü çocuğunun alaca karanlık dünyasında bilinmek kim…..