Yaşam ne denli zorluyor böyle insanı… Öğrettiği her şeyi unutturuyor ve siliyor yazdırdığı her nüshayı…
Vaktin ötesine vardığımızda bazen, gözlerimizin perdesi aralanır. Uzaklaşırız bütün yakınlıklarımızdan. Sırlı aynanın ardıdır burası; için için korktuğumuz, yüzleşmekten kaçtığımız. İçindekilerin muhakemesi zor, sorumluluğu hayli güç. Belki de tek ayıran diğer yaşamlardan insanı… Kimi vicdan der kimi varlığından bihaber… Öyle ya da böyle adımlıyoruz ufukta belli belirsiz görünen yolları. Koşar adımlarla nihayete varırken, durup soluklanmadığımız her an yoruluyoruz, azalıyoruz, yitiyoruz. Fark etmeden uzaklaşıyoruz özden, gören gözden, veren elden… Özümüz koşarken terimize karışıp akıyor, gözümüz görmezliğe aşina, elimiz almaya müptela… Sözümüz desen kılıç misali keskin ve kana bulalı…
Toprak kokmalı insan! Nereden geldiğini, nereye gideceğini her daim anımsayarak idame ettirmeli yaşamını. Çıkılan her kata toprağımızla merdiven yaparsak, temizlemeye gelen yağmur çamurlaştırmaya yarar sadece basamakları. Ve kimsenin ömrü ebedi olmamıştır özünün hebasıyla yükselttiği o katlarda. Zaten yukarının rüzgârı öyle sert eser ki kalanımızı götürmeye, birkaç mevsim ancak geçer salt bedenle… Sonrası yavaş ve temiz başlangıçların çamurlanmış sonları…
Yerde bulup aldığımız 2 liranın cebimizden 10 lira olarak çıkması, ettiğimiz bedduanın en yakınımıza tutması, layığına ulaştıramadığımız değerlerin yitip gitmesi, her zorlukta sığındığımız lakin hiç yüceltemediğimiz inancımızın enaniyetimizle zayıflayışı… İnsanoğlunun geçirdiği elim sergüzeştin nihayeti… Bir an olsun yüreğimizdeki iç mahkemeyi yoklayabilsek belki, her şeyin bir nedeni, her çıkışın bir inişi, her başlangıcın bir sonu olduğunu, hayatta erdemliysek gerçek anlamda var olunduğunu anlayabilirdik…
Muvakkat âlemin üstün varlığı! Neye yenilir de değişir bildiğin doğruların? Kime bükülür hiç eğilmeyecek sandığın başın? Sual eden kalbimize aklımızın yanıtsız kalışı…
Erdeminizle kalmanız dileğimle…