Uzun yıllardır Türkiye’nin uluslararası düzlemde baş ağrısı olan “Ermeni Soykırım” iddiaları, bu yıl daha ilgi çekici boyutlara uzanmış görünüyor. Özellikle Ermenistan Devleti’nin bağımsız bir devlet olarak hasıl olmasından sonra ağırlığını arttıran sorun, bu yıl 100. Yıldönümü olarak neredeyse bütün Dünya ülkelerinin gündemini meşgul etti. Türkiye, her geçen yıl biraz daha köşeye sıkıştırılıyor, ya da sıkıştırılmak isteniyor. İrili-ufaklı, önemli-önemsiz ya da güçlü-zayıf dünyanın dört bir yanından ülkeler tarafından, 1915 Ermeni Tehciri, bir “soykırım” olarak değerlendirilir hale geldi. Henüz “soykırım” ifadesini kullanmayan ülkeler ise, Türkiye’nin önemi ve başka yöndeki ilişkilerinin zarar görmemesi gerekçesi ile, ürkek ve “kıvırtan” ifadelerle farklı kavramlar kullanmayı tercih ettiler. Kimileri, “büyük felaket”, kimileri “yüzyılın ilk toplumsal cinayeti”, kimileri de “toplu katliam” gibi ifadeler ile, söz konusu tehcir olayının 100. Yıldönümü anma etkinliklerine katıldılar.
Türkiye ise, bu yıl uluslararası zeminde yaşadığı baskıyı geçmiş yıllara göre biraz daha farklı yöntemlerle göğüslemeye, küresel kamuoyu nezdinde oluşturulan algı yönetimine karşı yeni açılımlar geliştirmeye yönelmiş görünüyor. Bizim açımızdan ilgi çekici olanı, söz konusu iddiaların dünyaya paralel olarak ülke içi dinamiklerce de yaygınlaşan şekilde benimsenmekte olmasıdır. Ermeni soykırımı iddiaları, ülke içinden de taraftar sayısını arttırmaktadır. Üstelik yeni eklemlenmeler, siyasi alandan gelenlerle birlikte entelektüel kesimden de olmaktadır. Bu kesimlerin, düşüncelerini açıklarken kullandıkları jargon, özellikle Ermeni iddialarını kendileri için bir “iman meselesi” yapan, bütün varlık sebebini bu iddiaların kabul edilmesine adayan ve hatta bu yolla oluşan “soykırım endüstrisi”nden nemalanan diasporanın kullandıkları ile tıpatıp uyumlu. Görülen o ki, uzun yıllar küresel kamuoyunu gerçeklerle buluşturma çabalarının yetersizliği, sınır içinde de zaaf oluşturmuşa benziyor. Kendi insanımız, yani söz konusu iddia sahiplerinin bizzat ataları tarafından mağdur edilen Anadolu insanının evlatları da, yalanları bir gerçek gibi gösterme çabalarından etkilenmiş noktada… Herhalde bir yalanın gerçek haline gelmekte olduğuna dair en önemli gösterge bu olsa gerek.
Bu nedenle, bir kez de biz konuyu değerlendirelim istedik. Nedir bu gerçek haline dönüştürülme arefesindeki soykırım yalanı?
İlk olarak, Ermenilerin Osmanlı toplumundaki sadık bir millet olarak anılması konusuna yer vermek gerekiyor. Aslında bu “sadık millet” ifadesinin tarihin bütün dönemlerini kapsamadığını belirtmek gerekiyor. 19. Yüzyıla kadar geçerli olabilecek sadık olma hali, diğer etnik grupların Osmanlı’dan ayrılma niyetlerinin keskinleşip eyleme dönüştüğü 19. Yüzyıl başlarından itibaren ortadan kalkmıştır. Ayrılıkçı niyetlerini ortaya koyan ve fiili bir mücadeleye dönüştüren diğer etnik gruplardan farklı olarak Ermeniler, yaşadıkları toprakların herhangi bir bölümünde çoğunluğu oluşturmamışlardır. En fazla yüzde kırk yoğunluğa sahip oldukları çeşitli vilayetler vardır Ermeniler için. Erzurum gibi, Van gibi…
İkincisi, diğer ayrılıkçı etnik gruplardan farklı olarak Ermeniler, emperyal Dünya temsilcileri için, çok da itibar gösterilen bir topluluk olarak görülmemişlerdir. Daha çok ikinci sınıf görülen bir doğu toplumudur onlara göre Ermeni halkı. Ruslar için bile durum böyledir. Sedat Laçiner’in ifadesi ile Ermeniler, Ruslar için sadece bir “arka bahçenin garibanı”dır. Dinsel benzerliklerine rağmen Ermeniler, asla değer verilen değildir, ama kendi emperyal hedefleri için kullanılabilecek ideal bir araçtır da aynı zamanda… “Hasta Adam” Osmanlı’nın paylaşılması sürecinde yağmacıların daha çok pay kapabilmek için kullanmakta zorlanmayacakları bir “koz” olmuştur.
Bütün bu genel değerlendirmeler yanında, bazı tarihsel verileri de gözden geçirmeye ihtiyaç bulunmaktadır. Önce “sadık millet” olan Ermeniler’in 1800’lü yıllardan itibaren nasıl “böyle dost düşman başına” dedirtecek şekilde değiştiklerinden bahsedelim. Dönem içinde hangi düşman çıkmışsa Osmanlı’nın karşısına hemen onlarla aynı safta yer almaktan kaçınmamışlardır. İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Rumlar ve diğerleri… Kimi zaman iç dinamiklerin yönetimle yaşadığı gerilimlerden bile faydalanmak için ihanet şebekesinin zincirine dahil olmuşlardır. Sultan Abdulaziz’in tahtan indirilişi ve katli, alternatif tarihçilere göre Ermeniler’in ön planda olduğu bir eylemdir. İttihat ve Terakki’nin iktidarı gasp edişinde önemli bir müttefik olarak Ermenileri görebiliriz. Uzun yıllar boyunca Osmanlı’nın sunduğu nimetlerden külfetsiz olarak paylaştıkları ve bu paylaşım sürecinde en büyük rakipleri olarak gördükleri Rumlar ile de yeri gelince uyumlu yırtıcılar haline gelmişlerdir. Ülkenin ticaret ve zanaat kadrolarını işgal eden kesimi olmaları nedeniyle kolay refah sahibi olabilen Ermeniler, Osmanlı toplumunun Müslüman kesimi onca acıyı ve zorluğu göğüslemek için fedakarlıklar yaparken, sadece zenginliklerine zenginlik katmaya devam etmişlerdir. Batılı emperyal güçlerin sağladığı avantajları kullanıp, asırlarca kendilerine huzurlu bu ortamı sağlayan Osmanlı’yı satmaktan küçük bir tereddüt dahi göstermemişlerdir. Müslüman kesim, maddi ve manevi tükenişe doğru sürüklenirken diğer gayri Müslim toplumlar gibi Ermeniler de Osmanlı toplumunun burjuvazisi olma yolunda hızla ilerlemişlerdir.
Yaşanan ihanet eylemlerinin her birinde Ermeni toplumunun önde gelenlerine Osmanlı yöneticileri gerekli uyarıları yapmışlarsa da, değişen bir şey olmamıştır. Bildiklerini okumuş ve kandırıldıkları “Büyük Ermenistan İdeali” peşinde koşmaya devam etmişlerdir. Bir zamanlar müttefikleri olan İttihat ve Terakki iktidarına da aynı hain davranışlarını sergilemişlerdir. Tarihin garip tecellisi olacak ki, bugün ortaya atılan “soykırım” iddialarına neden oluşturan tehcir kararını da İttihat ve Terakki, yani eski müttefik almıştır.
İkincisi, tehcir kararının bir soykırım olmadığına ilişkin değerlendirmemizdir. İttihat ve Terakki iktidarı, bütün zorlamalarına rağmen İngiltere-Fransa Koalisyonu içinde yer almayı başaramamıştır. Dahası, Rusya’nın da bu ittifaka katılışı ile Ermeniler’e hamilik yapan emperyallerin birlik olduğu bir süreç ortaya çıkmıştır. Yani Ermeniler için bir risk analizi yapmaya bile gerek yoktur artık. En azından Rusya, geçmiş dönemlerde Batıl’lı ittifak içinde tam yer alamadığı için Ermeniler, kısmen kafa karışıklığı yaşamaktaydılar. Bu kez her şey uygundu ve nitekim açıkça İtilaf devletleri için eyleme geçtiler. Bulundukları coğrafya Ruslar’a yakınsa, örneğin Doğu vilayetleri gibi, hemen Rus birliklerinin ileri karakolu gibi ön çalışmaları yapmışlardır. Osmanlı birliklerinin hat bağlantılarını kesmek, lojistik sağlamasını engellemek gibi önemli roller üstlendiler. Resmen Rus Ordusuna katılan dönemin Ermeni kökenli Osmanlı mebusu bile vardır. Erzurum Mebusu Pastırmacıyan…
Ayrıca Anadolu’nun değişik bölgelerinde terör ve şiddet eylemlerine yönelmişler, o günlere kadar onlarca isyan gerçekleştirmişlerdir. Bunlardan belki de en önemlisi Zeytun olarak anılan bölge bugünkü Kahramanmaraş ilindedir. Ortamın uygun hale geldiği ilk fırsatta hemen isyan ve şiddet eylemleri başlatılmıştır. Tehcir kararının alındığı tarihte Ermeniler’in elinde 200.000 silah olduğu tespit edilmiştir. Yıllarca birlikte yaşadıkları Müslüman ahaliyi katletmekten geri kalmamışlar ve doğal olarak da buralarda yaşayan Müslüman halkın düşmanlığını kazanmışlardır. Bu şiddet eylemlerinin mağduru olan Müslüman ahali içinde daha çok Kürt kökenlilerin olduğunu söylemek gerekir. Çünkü Ermeni komitacılarının saldırıları daha çok Doğu Anadolu vilayetlerinde gerçekleşmiştir. O dönemde de Doğu bölgelerinde yaşamakta olan Müslüman halk çoğunlukla Kürt nüfustan oluşmaktaydı. Ancak doğrudan Kürt halkının hedef alınması söz konusu olmamıştır. Hedef Müslüman topluluktu ve saldırıların yaşandığı yerlerde çoğunlukla Kürtler yaşamaktalardı. Dolayısıyla Müslüman Osmanlı halkı içinde Ermenilere en çok düşmanlık besleyenlerin Kürtler olduğunu söylemek zor değildir.
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’ne son derece büyük zorluklar ve sıkıntılar yaşatmıştır. Zaten asırlardır sürekli savaşlarda enerji harcayan bir ülke, bu kez dünyanın en büyük güçlerinin neredeyse tamamına karşı mücadele etmektedir. Ülkenin daralan kaynaklarının belki de en son kısmının kullanılması durumu söz konusu olmuştur. Her ne kadar, Almanya önemli bir müttefik olsa da, İtilaf Devletleri karşısında Almanya’nın desteği çok yetersiz kalmıştır. Ordu’nun Trablusgarp, Balkan savaşlarının hemen sonrasına rastlayan bir dönemde hazırlanmasına da fırsat olmamıştır.
Tam da böyle bir ortamda, Osmanlı Ordularının Ruslarla Doğu cephesindeki mücadelesinde, Ermeniler’in “arkadan hançerlemesi” kayıtsız kalınabilecek bir sorun olamazdı. Yapılan bütün uyarılara rağmen Ermeniler’in Doğu’da Ruslarla işbirliği yapması, diğer bölgelerde Fransız ve İngilizlerle işbirliği yapması, Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki yöneticileri olan İttihat ve Terakki’yi bazı önlemler almak zorunda bırakmıştır. Söz konusu önlemler arasında yaşanan şiddet eylemlerine karşı, gereken asayiş tedbirlerini almak da vardır. Ancak, neredeyse bütün “eli silah tutanlar”ın orduya katılmak zorunda kaldığı ve bütün cephelerde savaşan bir ordunun iç güvenlik için yeterli insan kaynağını ayırması mümkün değildi. İç güvenlik hizmetleri son derece kısıtlı sayıdaki jandarma birlikleri ve milis güçleri ile sağlanmaya çalışılmıştır. Bu şartlar altında, Osmanlı Devleti’nden beklenen iç güvenliğin yeterli şekilde sağlanması hiç de kolay değildi. Nitekim bu alanda yaşanan zaaf, sivil Müslüman halkın kıyıma uğramasının yolunu açmıştır. Son çare olarak Osmanlı yöneticileri, özellikle Alman ordu yetkilerinin de önerisi ile 24 Nisan 1915 tarihinde önde gelen Ermeni liderlerinden suçlu oldukları düşünülenlere operasyonları başlatarak, tutuklamışlardır. Yaklaşık olarak 1800 kişilik bu grubun Ankara ve Çankırı cezaevlerine nakledilmesi söz konusu olmuştur.
Ancak, önde gelen Ermeni liderlerinin tutuklanması yeterli bir sonuç elde edilmesini sağlayamamıştır. Çünkü bu liderlerden birçoğu operasyonlardan önce kaçarak düşmanlara katılmıştı. Özellikle doğu bölgelerindeki şiddet eylemleri ve Rus Ordusu için yapılan destek faaliyetleri sürmüştür. Sonuçta Osmanlı Yönetimi, yine Alman ordu yetkilerinin de yönlendirmeleri ile “tehcir kararı”nı almıştır. Resmi adı, “Sevk ve İskan Kanunu” olan tehcir ya da zorunlu göç kararı, 27 Mayıs 1915 tarihinde alınmıştır. Dolayısıyla Ermenilerce 24 Nisan 1915 olarak kabul edilen tehcir tarihi hatalıdır. Söz konusu tehcir kararı, birçok araştırmacı tarafından kağıt üzerinde alınan ya da alınabilecek en mükemmel karar olarak kabul edilir. Kararda, bütün Ermeniler’in göçe tabi tutulması söz konusu değildir. Sadece Savaş açısından riskli kabul edilen bölgelerde yaşayan ve Osmanlı Devleti’ne ihanet eden Ermeniler göç ettirilmişlerdir. Nitekim buna benzer uygulamaları, birçok ülke değişik dönemler itibarı ile hayata geçirmiştir. Örneğin ABD, ikinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra, Pasifik’te yaşayan Japon kökenli vatandaşlarını Missisippi vadisine yerleştirmiştir. Üstelik bu karar alındığında bölgede yaşayan Japon kökenli Amerikalıların Japonya için çalışması, Japonlara katılması ya da ABD’ye ihanet etmesi gibi bir eylem olmamıştır. Aynı şekilde Stalin, Türkiye sınırındaki Türk ve Müslüman kökenli Sovyet vatandaşlarını hiçbir olumsuz eylemde bulunmadıkları halde sınır bölgelerinden daha iç kesimlere kaydırmıştır.
Soykırım olarak kabul edilen Nazilerin Yahudilere yönelik eylemlerinde ise, durum çok daha farklıdır. O dönemin Yahudilerinin Nazilere yönelik ya da Alman Devleti’ne karşı bir silahlı ya da silahsız mücadelesi hiç olmamıştır. Yahudilere karşı yürütülen bu süreç, tarihsel olarak Avrupa’nın Yahudilere karşı takındığı olumsuz tutum ve algının bir sonucu olmuştur. Sadece Yahudi olmaları nedeniyle insanlar, doğrudan katledilmişlerdir. Göç ettirilmeleri söz konusu değildir. Doğrudan toplama kamplarına getirilmişler ve orada kıyıma uğratılmışlardır. Ermeni tehcirinde ise, özellikle kararda yok edilme düşüncesi hiç yer almamıştır. Göç sırasında dönemin koşullarına göre alınabilecek bütün tedbir alınmaya çalışılmıştır. Göç ettirilenlerin ihtiyaçlarının karşılanması için olabilen bütün imkanlar seferber edilmek istenmiştir. Olumsuz davranışların cezalandırılacağı da bu kararda yer almıştır. Nitekim, tehcir sürecindeki olumsuzluklar nedeniyle, yaklaşık 800 kişi yargılanmış, bunlardan 67 tanesi idamla cezalandırılmıştır. Nazi Almanyası’nın uygulamalarında böyle bir durum hiç olmamıştır.
Göç sırasındaki ölümlerin önemli bir kısmı, salgın hastalıklar ve iklim koşulları sonucunda meydana gelmiştir. Bu konuda yaşanan ölümleri doğal karşılamayı gerektirecek şu örneği verebiliriz. Aynı yıllarda doğu cephesinde savaşa giden Osmanlı Ordusu’nun, Sarıkamış’ta 90.000 askerini daha hiç savaşmadan sadece soğuk nedeniyle kaybettiği bilinmektedir. Kendi askerlerini bile iklim koşulları nedeniyle kaybeden bir Osmanlı Devleti’nin, göçe tabi tutulan Ermeniler için daha fazla şey yapması da beklenemezdi. Ayrıca dönemin ulaşım imkanlarının yetersizliğini de dikkate almak gerekir. Mümkün olanların trenlerle, diğerlerinin ise kağnılar ve yaya olarak göç ettiklerini düşündüğümüzde yaşanan kayıplar son derece doğaldır.
Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da, göç edenlerin önemli bir kısmının da kendiliklerinden göç etmiş olmalarıdır. Çünkü Ermeni çetelerin bölgedeki Müslüman halka uyguladıkları şiddet ve terör eylemleri, diğer ahalide olağanüstü bir düşmanlık duygusu oluşturmuştur. Karşı saldırıların olabileceğini dikkate alarak ve güvenlik kaygısı ile birçok Ermeni kendi kararları gereğince belirlenen bölgelere gitmeyi kabul etmişlerdir.
Tehcir kararı ile Ermeniler, göç ettirildikleri yerlerde yine o dönemin imkanları ölçüsünde Osmanlı Devleti’nin desteğini almışlardır. Kendilerine arazi tahsis edilmiş, iaşe imkanları sunulmuş ve devlet tarafından barınmaları için binalar yapılması yoluna gidilmiştir. Dikkat çekmek gereken bir başka husus da, o günün koşullarında Ermenilerin Müslüman halka göre çok daha üst düzeyde ekonomik güç sahibi olduklarıdır. Önemli bir kısmının ekonomik varlıkları nedeniyle göç ettirildikleri yerlerde kalmadan başka Batı ülkelerine gidebilmeyi başardıkları bilinmektedir. Hatta Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden birçok Ermeni bulunmaktadır. Göç noktalarında kalanlar için, Osmanlı Devleti dışında yabancı ülkelerin destekleri de mümkün olmuştur. Özellikle Kızılhaç tarafından yapılan yardımlar, Ermenileri Osmanlı Devleti’nde yaşamakta olan ve göçe zorlanmayan diğer topluluklara göre daha şanslı kılmıştır.
Tehcirin “soykırım” olarak kabul edilmesini engelleyen bir başka gerçek de, savaş sonrasında göçe tabi tutulanlara verilen geri dönme hakkı olmuştur. İsteyenler, savaş sonrasında bu şansa sahip olmuşlardır. Gerçek anlamda bir soykırımda, geri dönüş hakkının önceden planlanması söz konusu olamaz.
Burada anlatılanlar elbette yaşanan tarihi gerçeklerin çok sınırlı bir kısmıdır. Ancak bu kadarı bile “soykırım” iddiasının gerçekle hiç ilgisi olmadığını, olamayacağını ortaya koymaktadır. Peki, nereden çıktı bu söylem? İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazilerin Yahudilere yönelik katliamların, soykırım olarak kabul edilmesi ve Yahudilerin bu yolla elde ettikleri kazanımlar, Ermenilerin de iştahını kabartmıştır. Özellikle Ermeni Diasporası, Yahudi soykırımından kendilerine fırsat çıkarma yoluna gitmiştir. Hem Dünya kamuoyuna sevimli görünmek, hem de böylece Ermeni varlığının yeni nesillere aktarılmasını sağlamak, bir bilinç oluşturma uğruna, soykırım yalanına sarılmışlardır. İş o noktaya kadar gelmiştir ki, bir Ermeni için “soykırım” olduğu sonucunu kabul ettirmek, erişilmez bir zafer kazanmakla eşdeğerdir. Oysa böyle durumlarda, bağımsız bir devlet sahibi olmak ve onurlu bir dünya toplumu haline gelmek nihai hedef olması gerekir. Nitekim Yahudiler, soykırımı bir araç olarak görmüşler ve İsrail’in kurulması yolunda bu aracı etkin şekilde kullanmışlardır. Oysa Ermeniler, açısından durum böyle değildir. Başka bir anlatımla aracın amaç yapıldığı bir sonuçla karşı karşıyayız. Çünkü bugün bağımsız bir Ermenistan vardır, ama bu bağımsız devlet de bütün enerjisini soykırım iddialarının yaygınlaştırılmasını hedefleyen diasporanın katarına vagon olmuştur. Ermeni iddialarının ortaya koyduğunun iki katı kadar kişi bugün bağımsız Ermenistan’dan göç etmiştir. Olması gereken, bu bağımsız devleti yaşatmaktır. Romantik bir hal alan “soykırım” iddiaları peşinde koşmak yerine Ermenistan Devleti’ni yaşatmaya çabalamak daha doğru olur Ermeniler için. İsrail kurulduktan sonra dünyanın dört bir yanından Yahudi, İsrail Devleti’ne göç etmiştir. Bugün bile İsrail’in resmi devlet politikası, Yahudilerin İsrail’e gelmesini sağlamak üzerinedir. Ermenistan’da ise bu yönde bir politika hiç olmamıştır ya da uygulanamamıştır. Diaspora Ermenileri, Ermenistan’a göç etmeyi hiç düşünmedikleri gibi, ekonomik yönden de katkı sağlamaya pek istekli değillerdir. Varlıklı Ermeni Diasporası’nın yatırım için bağımsız Ermenistan’ı tercih etmedikleri görülmektedir. Mevcut bağımsız Ermenistan, insan kaynağı olarak sürekli erimektedir.
Yine Ermeni Diasporası için soykırım, önemli bir endüstri haline getirilmiştir. Bu konuyu kullanarak ekonomik kazançlar elde etmişlerdir. Böyle bir sektörün devamlılığı da söz konusu kazancın sürekli kendilerine akması anlamına gelmektedir. Bu durumda Diaspora Ermenileri için, “acıların keyfini çıkaran” istismarcılar deyimini kullanmak doğru olsa gerek.
Gelelim bugünlerde, kendi içimizdeki “Ermeniler”in söylemlerine! Demokrat Batı’da birer ikişer soykırımı inkar edenleri cezalandıran yasalar çıkarılırken, kendi ülkesinde avazı çıktığı kadar “soykırım var!” diye bağırabilenlere bu ülkede hoşgörü gösterilmektedir. Tek dişi kalmış canavarların yaşattığı acılardan sadece Ermenilerin etkilendiğini düşünmek, en hafifinden bir gaflettir. Ama bu acıları yaşatanların Türkler olduğunu ileri sürmek ise, kesinlikle bir ihanettir, alçaklıktır. Kendi atalarının maruz kaldığı acıları, sırf şirin görünmek uğruna görmezden gelenlere ise, ne demeli bilinmez! Belki “oyuncak!”
Ne garip tecellidir ki, “içimizdeki Ermeniler” çoğunlukla geçmişin İttihat ve Terakki zihniyetinin bugünkü uzantılarından çıkmaktadır. Önce Ermeni komitacıları ile işbirliği yapan ve sonra da onları tehcire tabi tutanların zihni mensupları, bugün “soykırım” diye bağırıyorlar. İçimizdeki Ermenilerden bir diğer grup ise; asıl çatışmaları yaşayan, Ermeni katliamlarına kurbanlar veren ve intikam almak için karşı saldırılar düzenleyen Kürtlerden çıkmaktadır. Çünkü emperyal Dünya, bir süredir Kürtlerle Ermeniler arasında bir “yakınlaştırma operasyonu”nu uygulamaya çalışmaktadır. Bu yakınlaşmayı sağlamak için tek hedef olarak Türkleri göstermek çabasındadır. Hem “Soykırım vardır!” diyen hem de Kürt olduğunu söyleyen Selahattin Demirtaş gibi insanlara da hatırlatmak isteriz. Her iki sıfat da hoş değil: Hain ve oyuncak!
Son sözümüz de “soykırım yalanı” kampanyalarında öncülük yapan Fransa, Rusya ve Almanya liderlerinedir: Aynaya bakmanız yeterli, failler tam karşınızda..!
Sağlıcakla kalın!