Mal da Yalan, Mülk de Yalan!
İnsan, dünyada karşılaştığı olaylar karşısında gösterdiği tavırlarla, sahip olduğu ahlakla ve içinde taşıdığı niyetiyle denenmektedir. Herşeyin Rabbimiz‘den gelen bir deneme olduğunu bilmek, bu imtihan ortamını, yaşanılan her olayı neşe ve şevkle karşılamak ise, dünyadaki imtihanı en güzel şekilde yaşamaya vesile olacak üstün bir ahlak modelidir.
Dünya hayatı, her insanın, asıl ve sonsuz ahiret yurduna ulaşmadan önce imtihan olduğu geçici bir mekândır. Her insanın fıtratına uygun olarak yaratılan imtihanların bir amacı, insanı imanı anlamda olgunlaştırmak, onu sonsuz ahiret hayatına hazırlamaktır. İnananların dünyada yaşadıkları imtihan konularının neler olabileceği ve bunlar esnasında gösterdikleri güzel tavır Kuran'da şu şekilde haber verilmiştir:
"Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır." (Bakara Suresi, 155-157)
İnsan yukarıdaki ayetlerde ve "Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz, Bize döndürüleceksiniz." (Enbiya Suresi, 35) ayetinde haber verildiği gibi her türlü olayla denenebilir.
İnsanın bolluk, zenginlik ve çok büyük nimetler içindeyken de Allah'ın razı olacağı güzel ahlakı göstermesi, her tavrında Allah'a yönelip dönmesi ve O'nun emir ve tavsiyelerine çok büyük bir titizlik göstermesi önemlidir. Çünkü bolluk dünyanın geçici süslerine dalan insan için bir fitne konusu, bir deneme, unutturup yanıltan bir etken olabilir. Ama imanlı bir insan ne kadar büyük nimetler içinde olursa olsun asla Allah'a karşı nankörlük etmez.
İnsan bunun yanında hastalıkla, felaketlerle, iman etmeyenlerden gelen türlü baskılarla, incitici söz, iftira, tuzak, alay, zulüm gibi olaylarla da denenebilir. Fakat Müslüman bunların hepsinin imtihanın bir parçası olduğunu bilir ve bunlara sabır göstermenin güzelliklere açılan bir yol olduğunu unutmaz.
Hayırla başlamalı bir işe ve hayırlısını dilemeli insan her vakit. Hayırla başlanan iş yine Allah’ın izni keremi ile yine hayırla netice bulacaktır. Bu niyet hakkımızda olumsuz gibi görünen bir netice ile sonuçlansa da bilelim ki hakkımızda en hayırlı olanı işte budur.
İnsan bolluk, zenginlik ve çok büyük nimetler içindeyken de Allah'ın razı olacağı umulan güzel ahlakı gösterip göstermediğiyle denenir. Çünkü bolluk dünyanın geçici süslerine dalan insan için bir deneme, Allah'ı ve ahireti unutturup yanıltan bir etken olabilir. Ama imanlı bir insan ne kadar büyük nimetler içinde olursa olsun asla Allah'a karşı nankörlük etmez.
İnsanlık tarihi hayrı talep etmediği için akıbeti şerle neticelenen nice ibretlik olayları hatıralarda yaşamaktadır. Mal hırsıyla hep saldıran ve canavarlaşan nefisler, o çok sevdikleri mallarının yüzünden hüsran yaşamışlar ve sonları ne kadar acı ki hep hüsran olmuştu. Mevla her şeyin hayırlısını kuluna verirken insanoğlu verilene kanaat etmiyor ve hep daha fazlasını isterken istediğinin hakkında hayır mı şer mi getireceğini düşünmüyor. Bu hali anlatan şu ibretlik olayı Osmanlı âlimlerinden Ahmed Mürşidî Efendi "rahmetullahi aleyh" şöyle anlatır:
Mûsâ aleyhisselâm, Tûr Dağı'na giderken, yolda kendisi ile konuşmak isteyen birisine rastladı. O kişi Mûsâ Aleyhisselâm’a; "Ey Allahü Teâlâ’nın Nebisi! Sen HakTeâlâ’nın sevgili peygamberisin. Cenâb-ı Hakka malumdur ki, çok büyük bir fakirlik içindeyim. Artık geçimimi sağlayamıyorum. Açlıktan geceleri uyuyamıyorum. Günlerdir karnımın doyduğunu hatırlamıyorum. Hazineleri sonsuz olan Allahü Teâlâ’ya, beni yoksulluktan kurtarması için niyazda bulun. Bana dünya malı ihsan ederek bu fakirlikten kurtarsın. Herkes gibi rahat geçineyim" der. Tûr dağına varan Mûsâ aleyhisselâm, cenâb-ı Hakka bu dilek sâhibinin, yalvarışını iletir. Allah ü Teâlâ, Mûsâ Aleyhisselâm’ın niyazı üzerine; "Madem bu kadar yalvardın, ona dünya malı vereyim" buyurdu. Mûsâ Aleyhisselâm yolda bekleyen adama Allahü Teâlâ’nın ilâhî vaadini iletti. Aradan bir süre geçtikten sonra, Allah ü Teâlâ bu fakire zengin bir hanım nasîb etti. Bu sayede zengin oldu. Fakat zenginlik onu azdırdı. Adam zenginliğin verdiği şımarıklıkla haksız yere adam öldürdü. Mûsâ Aleyhisselâm bir gün o yoldan geçerken adamın asılmış olduğunu gördü. Orada bulunanlara onun ne yaptığını sordu. Onlar da şu cevabı verdiler: "Bu zavallı adam önceleri fakirdi. Mal, mülk sâhibi olunca gururlandı. Haksız yere suçsuz birisini öldürdü. Hâkim de asılmasına karar verdi." Mûsâ Aleyhisselâm Tûr dağına gittiği zaman Hak Teâlâ’ya; "Ya Rabbi! bu ne hikmettir?" diye sual etti. Bunun üzerine şöyle nidâ geldi: "Ya Mûsâ! Ben sırf senin duan üzere ona dünya malı verdim. O ise malı hazmedemedi. Gurura kapılıp, azdı. Ya Mûsâ! Ben o kulumu biliyordum. Onun için fakir yapmıştım. O, fakirliği ile rahattı. Daha fazla dünya malı verirsem, sonunun böyle olacağını biliyordum. Bizden fâni âlemin malını istedi. Fakat sonuç, hakkında hayırlı olmadı."
Yine Sahabe-i Kiram döneminde Ensar’dan Sâlebe bin Hâtıb adında bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek “Yâ Resulellah! Bana mal vermesi için Allah’a dua et!” dedi.
Resul-i Ekrem -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz: “Ya Sâlebe! Yazık sana! Şükrünü yerine getireceğin az bir mal, şükrüne güç yetiremeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır.” buyurdu.
Bir başka seferinde yine söyleyince şöyle buyurdu:
“Ya Sâlebe! Peygamberin gibi olmaya razı değil misin? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şayet ben dağların altın ve gümüş akıtmasını isteseydim, mutlaka akıtırlardı.”
Sâlebe ise isteğinde ısrar ederek şöyle dedi:
“Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, eğer bana mal vermesi için Allah’a dua edersen, O da bana mal verirse, her hak sahibine mutlaka hakkını vereceğim.”
Nitekim onun hakkında nazil olan Âyet-i Kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlardan kimi de: ‘Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız.’ diye O’na kesin söz verdiler.” (Tevbe: 75)
Sâlebe sürekli olarak Resulullah Aleyhisselâm’a bu husus için başvurmaktan geri durmuyordu.
Sonunda Resulullah Aleyhisselâm: “Allah’ım! Sâlebe’ye mal ver!” diye duâ etti.
Sâlebe önce bir koyun edindi. Koyundan kurtçuklar gibi çok sayıda kuzular türedi. Kısa sürede sürüsü o kadar çoğaldı ki, Medine-i Münevvere dar gelmeye başladı. Oradan dışarı çıkıp, Medine vadilerinden bir vadiye çekildi. Artık mallarıyla uğraşıyordu. Nihayet öğle ve ikindi namazlarını cemaatla kılmaya diğerlerini terketmeye başladı. Sürüleri daha da çoğalınca Cuma namazını ve cemaatı terketti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün “Sâlebe ne yapıyor?” diye sormuş, Ashab-ı kiram durumunu haber verdiklerinde üç defa “Yazık oldu Sâlebe’ye!” buyurmuştu.
Sonra Allah-u Teâlâ:
“Onların mallarından sadaka al!” (Tevbe: 103)
Âyet-i kerime’sini indirdi, ayrıca zekâta ait farizalar nazil oldu.
Resulullah -Sallallahu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz birisi Cüheyne kabilesinden, diğeri Süleym kabilesinden olmak üzere iki kişiyi Müslümanlardan zekât almaları için memur olarak gönderdi. Nasıl zekât alacaklarına dair de ellerine yazı verdi.
Onlar da gittiler, nihayet Sâlebe’nin yanına geldiler, ona Resulullah Aleyhisselâm’ın yazısını okudular. Emr-i nebevi’yi işiten Sâlebe “Bu istediğiniz cizyeden, cizyenin kardeşinden başka bir şey değildir, bilmiyorum bu nedir?” dedi. Onlar da ayrılıp gittiler, Süleym oğullarından olan kişiye vardılar, durumu bildirdiler. O da develerinin en iyisini zekât olarak ayırdı. Deveyi aldılar, sonra diğerlerine uğrayıp zekâtlarını almaya devam ettiler, tekrar Sâlabe’ye geldiler. O ise yine aynı şeyleri söyledi, vermekten imtina etti.
Memurlar huzur-u nebeviye geldiklerinde, daha onlar bir şey söylemeden “Yazık Sâlebe’ye!” buyurdu, Süleym oğullarından zekâtını veren zâtın malına bereket girmesi için duâ yaptı.
Bu arada şu Âyet-i kerime nazil oldu:
“Allah onlara lütfundan verince, onda cimrilik edip yüz çevirdiler, sözlerinden döndüler.” (Tevbe: 76)
Sâlebe’nin akrabasından biri Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bu Âyet-i celile’yi işitince, gidip Sâlebe’ye haber verdi. “Yazık sana ey Sâlebe! Allah senin hakkında şöyle şöyle âyet indirdi.” dedi.
Durumu öğrenen Sâlebe, vermesi gereken zekâtını yanına alarak Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi, zekâtının kabul buyurulmasını istedi. Resulullah Aleyhisselâm “Allah senin zekâtını almamı yasakladı.” buyurdu.
Sâlebe başına toprak saçmaya başlaması üzerine Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Ben sana vaktiyle emretmedim mi? Sen ise bana itaat etmedin.”
Zekâtını vermekte ısrar etmesine rağmen kabul edilmeyince evine çekildi. Halife olduğunda zekâtını Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e götürmüşse de kabul etmemiş “Onu senden Resulullah Aleyhisselâm kabul etmedi.” buyurmuş, vefatına kadar da almamıştı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de aynı yolu izlemişler, onun zekâtını kabul etmemişlerdi.
Ve Sâlebe Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in hilafeti zamanında ölmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a verdikleri sözden döndükleri ve yalan söyledikleri için, Allah kendisiyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak sokmuştur.” (Tevbe: 77)
İnsan dünya malına karşı haris olmamalı, Allah-u Teâlâ’dan hakkında hayırlısını dilemelidir.
Eğer meşru surette bir servete sahip olursa, bunun kıymetini bilmeli, zekâtını ve sadakasını vererek Allah’u Teâlâ’ya fiili şükürde bulunmalıdır.
Dünya hayatının faniliğini anlatırken Koca Yunus, insanın para, mal-mülk ve makam hırsıyla gözünün kör olduğunu hâlbuki bunun yanlışlığını insanın bilmesi gerektiği haykırır dizelerinde. Ona göre dünyadaki her şey bir oyalamadan ibarettir:
Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Her daim şükredenlerden olmak bu dünyanın en büyük servetidir.
ERDAL DEMİR