Sinemaları Fetheden “Fetih 1453”
16 Şubat 2012 tarihi itibariyle vizyona giren “ Fetih 1453 “sinema salonlarını da adeta feth etti.17 milyon dolarlık bir bütçeyle rekor kıran film, şuana kadar çekilmiş en pahalı, en kaliteli Türk yapımı film olduğunu söyleyebiliriz. Görsel efektleriyle izleyenler üzerinde büyük bir heyecan ve coşku etkisi yaratıyor. bu yönüyle başarılı olduğu aşikar. Lakin üzerinde durulması gereken konu, tarihi gerçeklerin yansıtılıp yansıtılmadığıdır.
Film izlenmesi açısından çok başarılı ve kaliteli. Fakat tarihi gerçekleri yansıtması açısından başarısız olduğunu görebiliyoruz. Kurgu ağırlıklı olduğunu, Osmanlı Tarihi’ne hâkim olan kişiler ve tarihçiler de fark etmişlerdir. Bu yönüyle çok eleştirilecek bir film. İlköğretimden, liseye, liseden üniversiteye kadar olan tarihi bilgilerimizi şöyle bir yokladığımızda; filmle ilgili tarihi eksikleri ve yanlışları söylemek mümkündür.
Bu tarihi yanlışları ve filme yönelik eleştirileri alanında uzman olan Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil hocamızdan sizlere aktarmak istiyorum.
Filmde tarihi hatalar ve yanlışlar;
Fatih ilk seferinde Karamanoğlu İbrahim Bey’le karşılıklı görüşmekte ve kendisini azarlamaktadır. Hâlbuki İbrahim Bey elçilerini gönderecek ve yeminle anlaşma akdine muvaffak olacaktır. Kendisinin Fatih’le görüşmesi ise yoktur.
Fatih filmde, Karaman seferinde iken Şehzade Orhan’ın tahsisatının altı yüz bine çıkarılması talebiyle gelen Bizans elçilerini, huzurundan kovar gibi uzaklaştırmaktadır. Oysa tarihte böyle olmamıştır. Padişah kendilerini güler yüzle karşılamış, sükûnetle dinlemiş ve “yakında Edirne’ye döneceğim, orada görüşür sizi arzularınıza kavuştururum, şeklinde manidar bir cevap vermiştir. Fatih bu görüşmeden sonra da bir daha Bizans’tan gelen anlaşma taleplerini geri çevirecek ve savaş hazırlıklarını başlatacaktır.
Yine filmde Fatih, Rumeli hisarının inşası emrini Edirne’ye döndükten sonra vermektedir. Hâlbuki Karaman seferinden dönerken evvelce Yıldırım Bayezid Han tarafından yaptırılan Güzelcehisar’ın yanına gelecek ve karşı yakada yeni hisarın yerini tespit ettikten sonra inşası ile ilgili hazırlıkların başlatılmasını isteyecektir.
Nitekim bu hareketini gören Bizans imparatoru, Fatih’i Rumeli hisarının yapımından vazgeçirebilmek için, Padişah Edirne’ye döndükten sonra bu defa son derece yumuşak bir üslupla yeni bir name kaleme aldıracak ve elçilerine her ne pahasına olursa olsun anlaşma yapmaya çalışınız, ne isterse veriniz diyecektir. Oysa filmde imparator neredeyse namesinde Fatih’i tehdit etmektedir.
Fatih’in bu elçilere, babası döneminden itibaren ilişkileri kısa fakat veciz bir biçimde ifade eden mükemmel bir konuşması, hitabı ve muazzam bir cevabı vardır. “Benim gücümün eriştiği yere başkalarının hayalleri dahi yetişemez” nutku buradadır. Fakat bu konuşma maalesef filmde geçmemektedir.
Daha da garibi filmde Fatih, bu sözleri Bizans elçilerine değil de kendi adamlarına söylemektedir. Sanki kendi devlet adamları kim olduğunu bilmiyorlarmış gibi onlara bir de “Ben Sultan Mehmed’im” demesi pek gülünç kaçmıştır.
Şahi denilen ve İstanbul surlarını sarsan muazzam topları dökmede bir tek Macar Urban’ın gösterilmesi ve öne çıkarılması son derece yanlış olmuştur. Fatih’in bir makina mühendisi olduğunu, şahi topların çizimini ve balistik hesaplamalarını bizzat kendisinin yaptığını artık Mısır’daki sağır sultan bile duymuştur. Dört şahi toptan üçünü Osmanlı mühendisleri Musluhiddin ve Saruca Sekban dökmüştür. Birini ise Bizans’tan alacaklarını tahsil edemeyen ve işsiz kalıp Fatih’e gelen Macar Urban dökecektir. Hatta Urban dökeceği topun çizimlerini görünce şaşıracak, dehşete düşecek ve “dökerim ama mermisini yapamam” diyecektir. Fatih ise ona sen orasını düşünme diyecektir.
Öte yandan savaş sırasında sanki tek bir şahi top varmış imajı da yanlış gitmiştir. Nitekim Urban’ın da ölmesine sebep olan şahi top parçalandığında Fatih’in, dökümü aylar alan ve onarılması imkânsız olan bu topun tamir edilmesini istemesi pek garip olmuştur. Bu sözü ancak beş yaşında bir çocuk söyleyebilirdi.
Filmde Edirne’de sefer için hazırlıklar yapan Fatih, sıkıntıdan halüsinasyonlar görmektedir. Böyle sıkıntılı bir rüyada ecdadı Osman Gazi parmağına yüzüğü takamadan kanter içinde uyanır. Yanına gelen ve hatırını soran hanımına “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” der. Bu hangi aklın ürünüdür bilemiyorum. Evet, yemek var, tuz var, biber var amma tuzu ve biberi yemeğin dışına döküyorsun. Sonrada hadi afiyetle ye bakalım diyorsun. Deniz savaşından sonra anlaşma imzalamak için gelen Bizanslı elçilere, kararlılığını göstermek için söylenen bu sözleri yatağında hanımına karşı söyletmek pek ince düşünceli (!) bir fikir olsa gerek!
Yine Macar Urban Fatih’in hizmetine kendisi gelmiş iken filmde Ulubatlı’ya kaçırtılmıştır. Buna belki kurgu diyenler olacaktır. Neticede yanlış olması bir yana akıl mantık sınırlarını zorlayan bir sahnedir.
Urban’ın kızı, Ulubatlı Hasan’ın sevgilisi rolündeki kız figürü (Era) ise tamamen kurgu olduğu için bir değerlendirme de bulunmak istemiyorum. Ancak İstanbul fethini ve dolayısıyla Fatih’i konu edinen bir tarihi filmde böyle bir kurgu gider miydi konusu tartışmaya pek açıktır. Zira bir Osmanlı yeniçerisinin bir Hıristiyan kızla ordu içinde bu kadar birlikteliği, filmin neredeyse tamamen bu kurgu üzerine oturtulması, Ulubatlı’nın Hıristiyan kızının dua ve muskasını boynuna takıp gezmesi, o muskayı öpmesi tarihin gerçekleri bakımından tamamen hayal mahsulü olduğu gibi kabul edilebilirlik yönü de yoktur.
Edirne’de savaş hazırlıkları sırasında gerekli gayreti göstermediği için gece yarısı saraya çağırılan Çandarlı hadisesi aslına uygun bir şekilde anlatılamamıştır. Çandarlı o görüşmeye elinde altın ve gümüşlerle dolu bir tepsi ile çıkmış ve Fatih’le arasında bir konuşma geçmişti. Bu konuşma filme müthiş bir zenginlik ve güzellik katabilirdi. Oysa bu yapılmadığı gibi Sultan Mehmed’e vezirine karşı “ya şehid veya murdar olursun” gibi hiç kullanmadığı ifadeler kullandırılmıştır.
Kuşatmanın başlangıcında Bizans İmparatoru ile II. Mehmed surların önünde bütün güçleri ile karşı karşıya gelerek konuşuyorlar. Ne filmdeki etkileyici sözlerin ne de böyle bir karşılaşmanın aslı esası yoktur. Bu karşılaşmanın “Cennetin Krallığı” filminden bir esinlenme olacağını her iki filmi izleyenler anlayacaklardır. Aslında -ne ihtiyaç varsa- filmin daha birçok sahnesini başka film ve efektlere benzetmek de mümkündür. Nitekim son sahnede Padişah, kucağına bir çocuğu alıp sevdiğinde çocuğun hareketleri izleyicilerin ağzından son zamanlardaki bir dünya liderinin ismini hatıra getirivermiştir.
Filmde Osmanlı divan görüşmelerine yakışır neredeyse tek bir sahne yoktur. Fatih’in huzurunda vezirlerin kavga eder gibi atışmaları, kaş göz oynatmaları, Padişahın ok talimi yaparken Çandarlı’yla tartışması olacak bir şey değildir. Çandarlı sadece divan toplantılarında fikirlerini beyan edecek sonrasında ise fethin gerçekleşmesi için çaba sarfedecektir. Yine Çandarlı’nın devlet adamlarına “padişah askeri, orduyu kırdırıyor” gibi serzenişleri ve ifadeleri, askerin ayaklanmaya kalkışmaları gibi sahnelerin tarihi hiçbir gerçekliği yoktur.
Filmdeki bir hata da fetih günlerindeki hadiselerin karıştırılması olmuştur. 20 Nisan’da cereyan eden ve İstanbul’un fethindeki en önemli hadiselerden olan dört geminin kuşatmayı yararak İstanbul’a girmesi filmde kuşatmanın sonuna doğru 15 Mayıs’ta gösterilmektedir. Bu ana kadar Osmanlılar bir kez umumi hücumda bulunmuştu. Hâlbuki filimde en az üç kez hücum yapıyorlar ve neredeyse ordu kırılıyor gibi gösteriliyor.
20 Nisan deniz savaşında Osmanlı donanması, İstanbul’a yiyecek ve yardım getiren üç Ceneviz ve bir Bizans nakliye gemisini Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodosta manevra yapamayan kürekli Osmanlı gemilerini kolayca yaran yüksek bordolu Ceneviz gemileri Haliç’e girdi. Filmde bu başarısızlık Bizans tarafında, sanki Osmanlı donanması kırıldı diye sunulmaktadır. Hâlbuki kırılan bir taraf yoktur.
Bizans’ın bu deniz savaşı sonunda, şehre her an yardım alabilecekleri inancı artmış ve moralleri yükselmiştir. Ancak bu durumu içki ve kadınlarla eğlence âlemleri ile göstermeleri de açıkçası Bizans halkına bir hakarettir. Ülkesi, hürriyeti, canları tehlikede olan bir milletin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan öte sahnelerdir bunlar. Bu durum bizim klasik kadın figürleri gösterme hastalığının bir belirtisi olsa gerektir.
Ulubatlı’nın karşısında sıraya geçmiş askerlerin tek tek söz alıp isyan çağrısı yapması, Ulubatlı’nın bu askerlerden birini öldürmesi ve dağılın deyince dağılmaları da basit bir kurgudur ve gerçekle bir ilgisi yoktur.
Fatih’in hocası, büyük âlim Akşemseddin’in savaşın son döneminde ortaya çıkması ve onun da yanlış bilgilerle donatılması büyük eksikliktir. Fatih’e küçüklüğünde İstanbul fethi idealinin Akşemseddin tarafından aşılanması, filmde bir karede de olsa verilebilirdi. Ayrıca fethin ilk günlerinden itibaren Akşemseddin, Fatih’in yanındadır. Ancak bunlar hiç görülmez. Ortaya çıktığı sahnede ise Eba Eyyub’ün kabrinin bulunması vardır. Hâlbuki bu hadise fetihten sonradır. Akşemseddin’in naklettiği rüya hadisesi ise olmamıştır. Kabrin bulunmasını bizzat Fatih isteyecektir.
Ayrıca “Köse” lakabıyla meşhur olan Şeyh Akşemseddin’i filmde bir anda gür ve beyaz sakallarıyla görenler herhalde oldukça şaşırmışlardır.
Son hücumdan önce kılınan namaza, Fatih imamlık yapmaktadır. Oysa padişahların camide, seferde, savaşlarda orduya imamlık ettiğine dair hiçbir kayıt yoktur. Padişah hocaları veya devrin büyük âlimleri namaz kıldırmaktadırlar. Filmde böyle bir hataya düşmeye de gerek yoktu sanırım.
Fatih Sultan Mehmed son hücumdan önceki ateşli nutkunda askerini galeyana getirmek gayesindedir. Fakat kendisi galeyana gelmekte asker ise ninni dinliyor havasındadır. Bu durum ikinci sınıf roldekilerin oyunculuk kalitesinin düşüklüğüne bir işarettir.
Ulubatlı’nın surlara bayrak diktikten sonra tek başına kalması, okları yedikçe ve ölüme yaklaştıkça ağzından bir Allah lafzının çıkmaması da pek garipti. Hâlbuki Bizanslı tarihçiler dahi Ulubatlı’nın, surlarda uzun süre direndikten sonra geriden gelenlerin önlenemez bir şekilde mevziyi tuttuklarında iki surun arasına düştüğünü önce rükû sonra secde halini aldığını ve Allah diyerek can verdiğini belirtmektedirler. Ulubatlı’dan sonra surların üzerine kimsenin çıkmaması fethin nasıl olduğunu gölgede bırakmaktadır.
Ulubatlı Hasan’ın Justinyani’yi öldürmesi ise fantezidir. Zira Justinyani, son hücumda yaralanmış ve şehir düşmeden gemisine binerek kurtulmaya muvaffak olmuştur. Aldığı yaraların tesiriyle çok geçmeden de vefat edecektir. Justinyani senaryo gereği Ulubatlı Hasan’la çarpıştırılsa dahi yara alarak kaçmasına imkan verilmiş olsaydı tarihe daha uygun düşerdi. Akabinde vuku bulan çarpışmalarda şehir elde edilebilirdi.
İmparatoru ise, son ölüm kalım sahnesinde, Lukas Notaras ile has bahçede gezinti yapar gibi konuşturma yapmak nasıl bir kurgu ve mantıktır anlaşılamamaktadır. Hâlbuki çarpışmaların bizzat içerisindedir. Kaçmakta olan Justinyani’ye yalvaracak ise de yolundan çeviremeyecektir. Ardından kendisi de o kargaşada öldürülecektir.
Fatih hakkında bu kadar net bilgiler hemen her tarih kitabında bulunduğu halde tahmin dahi edilemeyecek basit yanlışlara düşülmesi şaşırtıcıdır. Nihayet İstanbul’un fethi gibi çağ açıp çağ kapatan bir hadiseyi yabancı müzikle değil de Osmanlı’ya has musiki (mehter) ile güçlendirilse, padişahın hocalarının fetihteki tesirleri işlense ve Fatih’e özgü tavır ve davranışlar tam manasıyla sunulsa filme daha muhteşem bir ruh verilebilirdi.
Fatih’in kişiliğine uymayan noktalar
Fatih Sultan Mehmed’de oğlunu sevmeyen, karşılaştığında boş gözlerle “kim bu çocuk, nereden çıktı” dercesine bakan bir baba imajı var. Hatta düştükleri bu garip durumu muhtemelen görüyorlar ki son sahnede iğreti bir biçimde baba oğul sarılma sahnesi ayarlıyorlar. Bu sırada onları izleyen Bayezid’in annesinin, nihayet oğluma sarıldı dercesine duygulanarak ağlamaklı hali de gerçekten sırıtmaktadır. Oysa Fatih Sultan Mehmed’in oğullarına ve torunlarına karşı müşfik tavrı kaynaklarca belirtilmektedir.
Keza aynı durum Fatih’in babası II. Murad Han için de belirtiliyor. Fatih tahta çıkarken babasının naşı yanına varıp kendisine beni şefkatle sarmayan kollar vs. gibi ifadelerle sitemini belirtiyor. Oysa II. Murad Han oğlu Mehmed’i çok sevmekte ve kendisinin her bakımdan mükemmel yetişmesi için üzerine titremekteydi. Nitekim oğlu henüz on iki yaşında iken tahtı kendisine devretmesi, Varna savaşına gitmek için rica ettiğinde kendisine bir zarar erişmemesi için kabul etmemesi ve fakat fetihnameleri onun adına yazdırması nihayet kendisine nasihatler ederken “ey benim biricik ciğer-parem olan oğlum” deyişi her şeyi ifade etmiyor mu?
Fatih fetihten sonra İstanbul’a at üzerinde girerken hocası Akşemseddin ise yayan yapıldak kendisine yetişebilmek için koşturmaktadır. Keşke bütün yazılı eserlerde görüldüğü üzere beraber at üzerinde gittiklerini ve bu sırada padişahın hocası hakkında söylediği sözleri yansıtsalardı. Hocasına kıymet vermez hali Fatih’in şahsiyetiyle tamamen çelişmektedir.
Fatih’in şahsiyeti ile alakalı olarak bu kadar hata ve yanlışları yapanların, katılmasalar dahi yine pek çok yazarımızın belirttiği Bizanslı kızların Fatih’e çiçek sunma hadisesini atlamaları da manidardır. Şayet işlenmiş olsaydı Fatih’in şahsiyetini yansıtan mükemmel bir tablo olurdu.
Evet, savaş hali anlıyoruz. Padişahın gergin anları ve sahneleri olacak Fakat filmdeki baştan sona gergin, telaşlı ve neredeyse saldırgan bir Fatih tipi gitmemiş. Hatta Fatih’in en meşhur yönü tasavvurlarını, düşündüklerini hissettirmeyen ve zamanı geldiğinde uygulayan biri oluşudur. Bu halleri ile onun, sakin, otoriter ve kararlı bir portre çizmesi gerekirdi. Ne yazık ki tam tersi olmuş.
Yine umumi hücumlardan bir netice elde edilemeyince, savaşa küsmüş bir halde çadırına kapanan Fatih’in çaresiz halleri, kırılan tespihinin üzerinde tepinmesi onun kişilik yapısı ile hiç örtüşmemektedir. Zira Fatih her zorluğu aşmaya çalışan, asla yılgınlığa düşmeyen, maneviyatı çok güçlü bir şahsiyettir. Onun fetih sırasındaki buluşları havan topu, yürüyen kuleleri, lağım savaşları, gemilerin karadan yürütülmesi gibi halleri bunun en bariz kanıtıdır.
Fatih tahta çıktığında Avrupa’nın, Bizans’ın hatta Karamanoğlu’nun ümitlenmesi, onu başarısız görmeleri gerçektir. Ancak bunlardan hareketle filmde Fatih’i halkının sevmediği ve ondan bir başarı beklemedikleri gibi bir imaj çizilmiştir. Halkın çarşı pazarda olumsuz konuşmaları ile bu imaj perçinleşmiştir. Son dönemlerde bazı tarihçilerin de dillendirdiği bu görüş yanlıştır. Fatih’in çocuk yaşta tahta çıktığında sergilediği tutum, tavır ve davranışlar onun başarısız değil bilakis fevkalade yerinde tavırlar gösterdiğinin delilidir. Bu konuda “Kayı 2” kitabımın okunmasını tavsiye ederim.
Bütün bunlara rağmen art niyetsiz olarak çekildiğini hissettiğim “Fetih 1453” filmini görülmeye ve izlenmeye değer bulduğumu belirtiyor daha güzel eserlerin verilmesini diliyorum. Zira tarihimiz bu konuda dünyanın en zengin koleksiyonlarını içermektedir.
Bu yorum ve eleştirilerden sonra karşımıza daha nitelikli “Türk Yapımı” filmlerin çıkacağını ümit ediyorum.