ÇANAKKALE GEÇİLMEZ-2
MUS’AB BİN UMEYR ÇANAKKALE’DE
Çanakkale içinde vurdular beni
ölmeden mezara koydular beni
of gençliğim eyvah
Çanakkale’den çıktım yan basa basa
ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde sıra söğütler
altında yatıyor aslan yiğitler
of gençliğim eyvah
Çanakkale savaşları bu milletin varoluş mücadelesiydi. Nice koç yiğitler gidipte bir daha dönmediler. Arkalarında sevdalarını, evlatlarını, muratlarını bırakarak kefen dahi giymeden toprağın bağrına düştüler. Bu civanmert delikanlılar öyle kahramanlıklar gösterdiler ki ne tarih unuttu onları ne de orada savaşan devletler.
Çanakkale de olmaz denenler oluyor, batmaz denen gemiler batıyor, yenilmez denen askerler yenik ekin tarlası gibi yere seriliyordu. Çanakkale de Bedirler canlanıyor, Uhutlar hatırlanıyor, her nefer bir Hamza, her asker birer Musab Bin Umeyr olmuş, düşmana geçit vermiyordu .
Kim mi? Musab Bin Umeyr:
Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.
Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.
Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd oldu.
Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygamber’imize benzediği için müşrikler onu şehîd edince Peygamberimizi öldürdüklerini zannetmişlerdi.
Hz. Mus'ab şehîd olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehîd düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi.
Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehîd olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden:
"Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler" mealindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu:
- Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyamet günü Allah'ın huzurunda şehit olarak haşrolunacaksınız.
Daha sonra yanındakilere dönüp;
- Bunları ziyaret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyada selâm verirse, kıyamette bu aziz şehitler kendilerine mukabil selâm vereceklerdir, buyurdu.
Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücudu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defnedildi.
El gidiyor, kol gidiyor, ayak gidiyor ama düşman bu ufacık yarımadada bir adım dahi ilerleyemiyordu. Bu çetin direniş karşısında öfkesinden deliye dönen düşman komutanları sürekli asker yığıyordu Çanakkale’ye. Ölenlerin yerine mislince asker yerlerini alıyordu. Silah ve teçhizat bakımından son derece modern olan bu on binlerce asker nasıl olupta bir adım dahi ilerleyemiyordu. Bu soruya bulamadıkları cevap o zalimleri içten içe bitiriyordu. Toplantı üstüne toplantı yapıyor, sömürgelerden de sürekli asker sevkiyatı yapıyorlardı. Son teknolojiyle donanımlı gemileriyle boğazda tabyalarımız ağır bombardıman altındaydı. O medeniyet denen tek dişi kalmış canavar, her geçen gün daha fazla canavarlaşıyordu. Tabyalarımız harap olmuş toplar kullanılamaz hale gelmişti. İşte bir kahraman, İşte bir Musab daha çıktı, adı Seyit! Anadolu’nun bağrından çıkmış bir aslan parçasıydı. Kalbi iman dolu bir vatan sevdalısı.
“ Bombalar yıldırımlar gibi düşüyordu siperlere, öteden saikalar parçalıyor afakı, Beriden zelzeleler kaldırıyor afakı, Bomba şimşekleri beyninden itip her siperin, sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin... Yanında birer birer düşmüştü arkadaşları.
Mehmet oğlu seyit onbaşı, bir topa baktı, bir yerdeki gülleye. En aza iki kişinin manivelayla kaldırıp, bir üçüncü kişinin kamaya itivereceği gülle kaya gibiydi. 276 kiloluk gülle kımıldar mı yerinden kurban. Seyit onbaşı, bir gülleye baktı, bir yağan güllelere düşman donanması geçti geçiyor boğazı. Aman bre yetiş Seyit! nice olur yoksa gülle ise gülle, ağırsa ağır, Seyit bir gülleye baktı bir toprağa. Yağmur gibi yağıyordu şarapneller. Kara gözlü yavuklusunu düşündü, Anası ağardı gözlerinde, ak bir tülbent gibi. Sonra, sonra, ecdadını getirdi aklına, hilal ışıdı bakışlarında, büyüdü, büyüdü hilal cümle semayı sardı.
Gülleye baktı seyit onbaşı gülle kaya gibi, kendi ağırlığının dört katıydı belki de. Dört biryandan sarılmıştı vatan, dört kitabın hangisinde vardı bu zulüm. Dörtnala doğudan batıya süren akınlar dinmiş miydi?”
Seyit, iyice hâlsiz düşen Niğdeli Ali'ye bağırdı:
— Ali, gardaşım, geliyor namussuzlar! Şimdi ne yapacağız? Ali, fersiz fersiz karşılık verdi:
— Toplardan sağlam kalan var mı?
Koca Seyit seğirtti. Topların etrafını birkaç kez döndü. Hepsi toprağa gömülmüştü. Yalnız bir top çalışır durumdaydı. Ancak onun da vinci paramparça olmuştu.
Seyit bir an durdu. Bir yerdeki gülleye, bir topa baktı. Yapabilir miydi?
— Ne aval aval bakıyorsun oğlum Seyit? diye söylendi kendi kendine. Ne demek yapılır mı? Sen ateşlemesen bu topu, kim ateşleyecek?
Eğildi, yerde boylu boyunca duran gülleye kollarını doladı. Gres yağıyla yağlanmış gülle, kollarının arasından kayıverdi.
Dişlerini sıktı, bir daha eğildi: "Kalleşlik yapma, vatan elden gidiyor!" diye söylendi gülleye.
Aslanpençesini andıran ellerini güllenin altına soktu.
Ali, yattığı yerden Mehmetoğlu Koca Seyit'in ne yapmaya çalıştığını görmek için başını uzatmıştı. Gülleyi yerden kaldırmaya çalıştığını görünce yarasını unuttu.
Kalktı, Seyit'in yanına geldi.
— Davran Seyit gardaşım, ha gayret! Deyip gülleye el verdi. Seyit, ta yüreğinin derinliklerinden kopup gelen bir aşkla:
— Yüce Allah'tan başka sonsuz hiçbir güç ve kuvvet yoktur. Ya Allah! Bismillah! Deyip gülleyi kucakladı.
Niğdeli Ali'nin zayıf kalan yardımıyla onu sırtına aldı.
Vücudunda ne kadar kan varsa şahdamarına hücum etti. Boynunun kasları aslan yelesi gibi kabardı. Yüz kasları gerildi ve dudakları patlayacakmış gibi şişti. 215 okkalık ağırlığın altında kaburgalarından çatırtılar geliyor, bacakları kırılıp toprağa gömülecek gibi sızlıyordu.
Sıktı dişlerini Seyit...
Ciğerlerine çektiği vatan havasını ol Yaradan'a yakarışlarla boşalttı. İlk basamağı çıktığında göğsünün çatlayıp ayrılacağını hissetti. Durdu, derin bir nefes aldı, içinde tuttu ve bütün gücünü toplayıp ikinci basamağa çıktı.
Koca Seyit'in vücudu ağırlığa alışmış mıydı ne? Hiçbir şey hissetmiyordu artık. Bütün sinirleri dumura uğramıştı1 sanki. Yalnız beyni çalışıyor, yüreğinden yükselen feryatla vatan için adım atıyordu.
Üçüncü basamağı da çıkmıştı.
İçinden; "Allah'ım, bana güç ver!" diye dua edebiliyordu yalnızca.
Kan kaybından bal mumu gibi sararmış Niğdeli Ali, yanaklarından süzülen yaşlarla haykırıyordu:
— Dayan Seyit! Allah aşkına, Peygamber aşkına dayan! Dayan yiğidim, seni bize Allah gönderdi, ha gayret aslanım!
Mermiyi namluya sürüp kamasını kapattı. Numara eri oldukları için nişan ve yön tayini onların işi değildi ama neylesin ki başka çaresi de yoktu.
İlk atış uzun düştü. Aynı şekilde ikinci mermiyi getirip attı, o da kısa düştü. Ama üçüncü mermi onlara en yakın
olan "Ocean" isimli gemiye öyle bir vurdu ki hem gemi, hem düşman şaşırdı.
Seyit dördüncü mermiyi sırtına almış; gözleri yuvalarından fırladı fırlayacak halde topa doğru yürüyordu. Yanında iki Alman subayla birlikte ortaya çıkan Batarya Kumandanı Hilmi Bey O'na teşekkür ederken Almanlar Seyit'in o
halini görünce adeta hayretten donakaldılar.
Deniz savaşlarını yöneten Cevat Paşa durumu yerinde görmek üzere Rumeli Mecidiyesi ‘ne geldiğinde artık Seyit'te hal kalmamış, kendini bir ağacın altına zor atmıştı. Cevat Paşa O'nu görüp "Neyin var evlat?" diye sorunca hemen yerinden fırladı, esas duruşa geçti ama gözleri başka tarafa bakıyordu. Komutan sordu:
"- Gözlerine birşey mi oldu oğlum?"
"- Üzülmeyin komutanım, gözlerim göreceğini gördü!.."
Durumu anlayan Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
“ Çanakkale; İman dolu kalplerin, samimi duaların, Allah’a adanan canların zaferidir.”
“Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkazı-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller,
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü tesis-i İlahi o metin istihkâm.
M.Akif ERSOY