DOĞRUYA DOĞRU EĞRİYE EĞRİ

Dünyanın zor bir coğrafyasında yer alan ülkemizin idaresi de o oranda zordur. Dünyanın herhangi bir ülkesi olmadığından, Türkiye’yi idare etmek, herhangi bir ülkeyi idare etmek gibi değildir. Her şeyden önce yürek ister, cesaret ister, kararlılık ister, omurgalı bir duruş ister, vizyon ister, birikim ister, bakış ister, farkındalık ister, sevgi ister, bazen öfke ister, bilgi ister, beceri ister, duygu ister, adalet ister, hoşluk ister, hoşgörü ister, uzlaşma ister, söz ister, sözleşme ister. Daha bir çok şey ister. 
Yıllarca ezberlerle yönetilen ülkemiz yukarıda belirttiğimiz isterlerden ne yazık ki nasibini yeterince alamadı. Milletimiz derinlerde derin derin derilmekten bir türlü kurtulamadı. Uzun yıllar bu derilme ameliyesi devam etti. 
Tam iflas bayrağını çekecekken Allah bu milletin yüzüne baktı ve 2002’de silkelenerek bir nebze olsun kendine gelmesini nasip etti. Ama ne silkelenme. Ardından ne tozlar çıktı, ne taşlar döküldü, ne kıymıklar kendini gösterdi anlayana aşk olsun. Hem içerde hem dışarıda nasılda bir kıskaca tutulmuşuz da farkında değilmişiz.
Darbe zihniyetiyle mücadele, anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi ve HSYK’daki yapısal değişim, MGK ve YAŞ’taki oturma düzeninin değiştirilmesi, çetelere karşı verilen mücadele, dış politikada, iç politikada, ulaşımda, sağlıkta ve daha nice alanlarda yapılan çalışmalar takdirin ötesinde bir takdirle yad edilebilir. Yad edildi de. Seçmenin yarısından fazlasının oyunu kaç babayiğit aldı şimdiye kadar.
Bunların içerisinde bence en önemlisi ve önceliklisi korku imparatorluğunun kalkmış olmasıdır. Demoklesin kılıcının ense kökümüze ne zaman ineceği endişesinin bir nebze de olsa kalkmış olmasıdır. İnsanların kendilerini daha rahat ifade edebilir hale gelmiş olmasıdır. Gerçekte olmayan fakat öcümüz olarak karşımıza dikilttirilen irtica belasının artık konuşulamaz olmasıdır. Başörtüsü konusunda nispeten esnek bir duruşa kavuşulmuş olmasıdır.
Yara yara yara 2011’e geldik. Çok kaza atlattık, uçurumun kıyılarından döndük. Şükür ki yıkılmadık ayaktayız. One munite ile bir devrin kapılarını araladık. Dış politikada kendi reflekslerimizi çalıştırmaya başladık. Etkimizi, gücümüzü, büyüklüğümüzü fark ettik. 
Çıraklık ve kalfalık döneminde daha bir çırpıda sayılabilecek az zamanda çok işler sıralanabilir. Ancak ya ustalık dönemi. Çok iddialı bir söylemle başlayan ustalık dönemi belki beklentilerin de fazla olması umuduyla bazı alanlarda kendisini bir türlü gösteremiyor. 
Mesela şu toplu sözleşme yasası. Yaklaşık 15 ay önce yapılan referandumla anayasal bir zemin bulan toplu sözleşme yasası bir türlü meclis gündemine taşınıp çıkartılamadı. 2012 yılı zammını toplu sözleşme yasasıyla masada almak isteyen memurun hevesi kursağında kaldı. Sadece 2,5 milyon memuru ilgilendirmiyor bu yasa. Birinci dereceden baktığınızda en az 10 milyon insanı ilgilendiriyor. Elbette çıkacağına şüphe yok. Fakat bir oyalamaca sürecine bırakıldığı şüphesi yavaş yavaş memurun aklından geçmeye başlıyor.
Bir de tabi ki ustalık döneminde eşit işe eşit ücret düzenlenmesinde öğretmen ve öğretim elemanlarını kapsam dışında tutmak hiç de hoş olmadı. Öğretmenin gönlünü kazanamamak ve duasından mahrum kalmak unutulmamalıdır ki hayra alamet bir durum değildir.
Usta memur ustalık eserini bekliyor.
Yusuf SALİH