ERİK AĞACININ DALINDA KALDI HAYALLERİM 

 Hayatımın en güzel yıllarıydı çocukluğum. Hiçbir şeyi kendine kaygı etmeden hoyratça harcadığım ve bir su misali akıp giden yıllarım. Daha dün bahçesinde futbol oynadığım okulum, evimizin karşısında çelik çomak oynadığımız arsa ve bahçe duvarının bitişiğinde duran ve yıllara meydan okuyan erik ağacı…  

Hatıralarım kalbimin en müstesna yerinde sanki dün gibi taptaze durmakta.  Akıp giden yılların yıpranmışlığı da olsa üzerinde ara sıra sanki dün gibi yeniden yaşanmakta.  Zaman çarkının acımasızlığı,  keşmekeşler ve hengâmeler arasında  kaybettiğim çocukluğum. Meğerse benim için ne kadar da özelmiş. Hani üstat Cahit Sıtkı’nın “Otuzbeş Yaş” şiirinin klasikleşmiş o ölümsüz dizelerindeki gibi,

” Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.”
   Çocukluğumu, mazideki hoş bir seda bırakan anılarımın yansıması olarak gördüm her daim. Bu çetin hayat mücadelesinde dertlerin çoğalarak arttığı bu orta yaş yıllarımda bazen maziye sığınır ve gelecek günlere direnmek adına biraz nefes alırım. Gittikçe yalnızlığa doğru sürüklendiğimiz dünyada hep çocuk kalan bir yanımı bulurum bu şiirde.  Şimdi arkadaşlar ve dostlar olmasa da yanımda ben yine yüreğimde yaşatırım onları. Doğrusu o ki çocukluğumu geçirdiğim o yıllar bir başkaydı ömür defterimde.
   O zamanlarda çocuklar vardı sokaklarda cıvıl cıvıl oynayan. Günler birbirinden neşeli ve heyecan doluydu. Hele hafta sonları bir başka güzeldi. Yanımızda her zaman harçlıklarımızla aldığımız bizim için çok kıymetli olan patlamış bir plastik top olurdu. Adına mahallenin stadı dediğimiz Halil Amcanın babadan kalma arsasında toplanırdık. Boş zamanlarımızda hepimizin adres yeri orasıydı. Arayanlar hemen oraya gelerek bize ulaşırdı. Arkadaşlarla sahada toplandığımızda, kale ölçüsünü adımlarla tespit eder ve  tebeşirle belirlediğimiz noktalara kalelerimizi büyük taş parçalarını koymak suretiyle  kurardık. Aramızdan iki takım oluşturduktan sonra hemen maçımıza başlardık. Hakem ve zaman sınırı olmayan maçlarımız saatlerce sürerdi.
   Maç sırasında zaman zaman birbirimize kızsak ve dahi bağırsakta küskünlüğümüz asla olmazdı. Zamansa bu hengâmenin içinde bir buhar misali erir giderdi. Öğlen olması, ilkindi vaktinin gelmesi, karınlarımızın acıkması kimin umurundaydı ki!  Bizim için tek hedef vardı o da plastik topun peşinde koşup gol atmaktı. Hele birde rakibimizi çalımlayıp gol atarsak işte o zaman değmeyin keyfimize, dünyalar sanki bizim olurdu. Gol attıkça daha da heveslenirdik. Maçın heyecanı arasında eriyen zamanla birlikte enerjimizde bitip tükenirdi ama biz yine, yeni bir gol atmanın derdinde olurduk. Ta ki ayaklarımızda derman kalmayıncaya kadar. İşte o zaman topa doymuş bir şekilde maçı bırakır, çimenlerin üzerine kendimizi bırakıverirdik. Ayaklarımıza derman gelince güçbela ayağa kalkar ağır adımlarla yaptığımız maçın gollerini konuşa konuşa evlerimize giderdik. Bu yorgunluğun üstüne evde ekmeğimize sürdüğümüz yoğurt ve tuza bandırdığımız bir büyük domates ne kadarda lezzetli gelirdi. 
     Akşama doğru inşaatta çalışan babam elinde bir paketle Arnavut kaldırımlı taş sokağın başında görünürdü. Ben koşarak onu karşılarken nasılda heyecanlanırdım. Beni alın teri karışmış nasırlı elleriyle nasılda çok severdi. Başımı okşayıp yanağımdan öperken sanki babamın yüzündeki yorgunluk giderdi. Gülümseyen yüzüyle ellerini cebine atar ve mahalle bakkalının önünden geçerken aldığı ve cebinden hiçbir zaman eksik etmediği cam şekerlerinden bir tanesini çıkarıp bana uzatırdı. Çocukluk ya işte!  Babamın verdiği şekeri aldığım an mutluluğum bir kat daha artardı. 
    İki odalı küçük evimizde akşama doğru bir sofra telaşı başlardı. Annem sofrayı hazırlarken ablamda hazırlanan yemekleri sofraya getirirdi. Bense hayatımda çok özel yeri olan öğretmenimin bize ev için verdiği ödevimi yaptığım için hediye ettiği kıymetli defterime kurşun kalemimle yazılarımı yazar yaprağımın kenarlarını bir güzel süslerdim. Türkçe dersindeki okuma parçasını okuduktan sonra okul hazırlığımı tamamlar özenle çantama koyardım.  
  Akşamları ise ev ziyaretleri hiç eksik olmazdı. Bir gece misafirimiz olmasa canımız sıkılırdı. Bu sebeple ya biz komşularda olurduk ya da onlar bize gelirlerdi. Saatlerce süren koyu muhabbetlerde keyifle çaylar yudumlanırdı. Biz çocuklarsa dar sokağın ortasında saklambaç, uzun eşek, körebe ve diğer bildiğimiz oyunları kurardık. Oyunların heyecanıyla kendimizi kaybederdik.  Oyunlarımızı geç saatlerde misafirlerimizin dağılmasına müteakiben ablamın yüksek sesle  “haydi eve” nidasıyla sonlandırırdık. 
  O yıllarda bayram zamanlarının tadı bir başkaydı.  Telaş en fazla da Arife günleri artardı. O günün sabahında erken bir saatte komşu kadınlar önceden belirledikleri bir evde malzemeleriyle birlikte toplanırlardı. Ellerde oklavalarla bayram baklavaları açılır, teştler dolusu hamurlarla ekmekler yapılırdı. Üzüm yapraklarıyla tencereler dolusu sarmalar sarılırdı. Öğlene doğru ev işleri bitince semt pazarından sebze ve meyve alma çocuklara ise bayramlık seçme telaşı başlardı. İkindi vaktine doğru cümbür cemaat mezarlığa gidilir, dost ve akraba kabirleri ziyaret edilirdi. Ziyaret esnasında kabirlerin başında huşu içinde ve hüzünlü bakışlarla onların arkasından Yasin ve Fatihalar yollanırdı. Rahmetli dedemin kabrinin başında babaannemin gözlerinden yaşlar yanaklarına doğru süzülüverirdi. Dile kolay uzun yıllar bir yastığa baş koyduğu dedem şimdi yanında yoktu. O zaman anlamazdım ölüm ne demek! Anlam veremezdim babaannem bu bayram Arifesinde neden böyle ağlamaklı olduğunu. Çocukluk ya! Bu yoğun duygular içerisinde sadece babaannem ve diğer büyüklerimizin sessiz sessiz ağlamalarına üzülürdüm.   
   Akşam olunca da ellere kınalar yakılır eski çoraplarla eller sarılırdı. Babamın takım elbisesi dolaptan çıkarılarak kömürle ısınan ütüyle bir güzel ütülenirdi. Benim bayramlığım olan yeni pantolon ve kazağım yatağımın başucunda dururdu. Bayramlıklarımda  tıpkı benim gibi uykusuz bir gecede sabahı beklerdi. O gecenin heyecanıyla gözlerimize uyku nasıl girerdi ki? Zira yarın bizim için en önemli gündü. Çünkü o bayram bizim en sevdiğimiz şeker bayramımızdı. Sabah olunca yorgun ama bir o kadar heyecanlı bakışlarla erkenden kalkar, ellerimdeki kuruyan kınayı yıkar ve heyecanla bayramlığımı giyerdim. Abdestimi aldıktan sonra babamın ve amcalarımın ardından bende hızlı adımlarla mahalle camisine doğru giderdim. Bayram günleri mahalle camisinin içi tıklım tıklım olurdu. Bayram namazlarında yer bulmak çok zor olduğundan avluya serilen kilimlerin üzerinde namazlarımızı kılardık. Namazını bitişiyle cami içinde bayramlaşma şenliği başlardı. Küçükler büyüklerin ellerini öper, büyüklerse onları sevgiyle bağrına basar ve ceplerindeki rengarenk şekerlerden verirlerdi. O gün insanlar hep güler yüzlü, yürekleri sevgi dolu olurdu. Keşke her gün bayram olsa derdim içimden. Keşke her gün bayram olsa da insanlar böyle birbirlerini bayramlaşsa. 
   O günler hasretin vuslata erdiği günlerdi. Uzun süre görmediğimiz dostlar sırf bayram ziyaretlerini yapmak için gelir ve evlerde hasretler son bulurdu. Adına gurbet denilen ve yolunda türküler yakılan hasretin hüznü gider ve yerini vuslata bırakırdı bayramlarda. Uzaktaki akrabalar ancak ya bayramlarda buluşur ya da bir akraba cenazesi vesilesiyle birbirlerini görürlerdi.
    Camiden eve dönen çevirme ahalisi o sabah büyük annemizin evinde kurulan sofranın etrafında toplanırdı. Keyifle kahvaltımı yaptıktan sonra verilen harçlıklarımı cebime katarak sevinçle dışarıya çıkardım. 
   En güzel bayramlıklarla süslü bir şekilde, mahalledeki arkadaşlarımızla bayramlaşırdık. İlk durak yerimiz Bakkal Kadir Amcanın dükkânı olurdu. Gözümüz hep o camlı dolaptaki renkli gazozlarda olurdu. Harçlıklarımızla çok sevdiğimiz meyveli gazozlardan alırdık. Büyük bir keyif içinde oradan ayrılır, sokak arasında lıkır lıkır gazozlarımızı yudumlardık. 
     Şeker toplamaya ilk olarak Senem öğretmenimin evini ziyaretle başlardım. O beni güler yüzle karşılardı. Bana önceden hazırladığı harçlığımı ve çikolatalı şekerimi verir ardından bayram için elleriyle hazırladığı bir bardak buz gibi limonatadan ikram ederdi. Ben ürkek bir edayla başım önümde öylece limonatamı içerdim. Çekinirdim çünkü o benim en saygı duyduğum öğretmenimdi. 
  Oradan ayrıldıktan sonra evlerimize döner ve önceden hazırladığımız şeker torbasını alarak kapı kapı dolaşmaya başlardık.  Evlerin kapısında güler yüzlü teyzeler ve ablalar bize rengârenk şekerlerden ikram ederlerdi. Biz o güzel şekerlerden alır ve o sevinçle adeta uçarcasına başka bir evin tokmağını çalardık. O gün tanıdığımız tanımadığımız herkesin bayramını kutlardık. Akşama doğru ellerimizde ki dolu poşetlerle evlerimize dönerdik. En çok da o zaman az bulunan çikolata kaplı şekerleri alınca sevinirdik.  Ah ne güzel ve hızlı geçerdi bayram günleri.
  Kış günleri dolu doluydu. Diz boyu yağan karlar ertesi günü donardı. Günlerce sokaktan kalkmazdı.  Ben arkadaşlarım Murat ve Halil’le evimizin aşağısında o boş arsada kardan adam yapmaya başlardık. Önce küçük bir kartopunu yuvarlayarak biriktirdiğimiz karları bir köşeye taşır,  kocaman bir kardan adam yapardık. Yaptığımız kardan adamın gözlerine kömür ve burnuna havuç takar saatlerce ona bakardık. Sonra sahada toplanan yaşıtlarımızla doyasıya kartopu oynardık. Kartopu oynarken de ne soğuktan kıpkırmızı kesilen ellerimizin üşümesine  ne de cizlavit ayakkabının içinde donan ayaklarımıza aldırış ederdik. Biz yine aynı heyecanıyla delicesine oyunumuza devam ederdik. İlkindi vaktine doğru dedemin yaptığı tahta kızakla bayırdan aşağıya doğru kayardık. Hava kararmaya başlayıp ayaz çökünce üşüdüğümüzü hisseder üstümüz, başımız ıslak bir şekilde titreye titreye evimize giderdik. Evde sıcak sobanın yanında donan ellerimizi ısıtır kendimize gelirdik. Günün yorgunluğu ile erkenden gözlerimiz kapanır ve derin bir uykuya dalardık.  
  
     Aylar sonra bahar gelir her taraf yeşil bir örtüye bürünürdü. Bizim bahçedeki erik ağacı da çağlaya dururdu. O ekşi çağlalar daha büyümeden bizler tarafından gizli gizli koparılıp biterdi. Olgunlaşma zamanında ise yaprakların arasında gizlenen tek tük meyve kalırdı. O kalan erikleri her günün sabahında sayıp kontrol eder kimsenin onları görüpte yememesi için kendi kendime Allah’a dua ederdim.
  Yıllar yılları kovaladı ve büyüdük. Ayrıldık çocukluğumuzun geçtiği o topraklardan. Zaman içimde her zaman o küçük çocuğu hatırlatan hayaller bıraktı. Hiçbir zamanda büyümesini istemediğim çocukluk hayallerimi.  Ah! O dolu dolu geçen çocukluk yıllarım. İnsanın hep içinde kalır o eski şehirler ve şehirlerde kalan kırık dökük hatıralar. Bu bir çeşme başı olur yahut eski bir evin balkonunda paslı yağ tenekesinde yetişen menekşede canlanır.  Bugün çok uzağız oradan ve geçmişi saklayan taşlı sokaklardan. Bugün avlumuzun bahçesindeki o erik ağacı olmasa da yanımda. Ve çok şeyi bir bir çalsa da zaman.  Benimse hala yaşayan hayallerim vardı Erik Ağacında kalan.

Erdal DEMİR