“Nedir bu ellere ayak, nedir bu dillere dudak, aç gözünü ibretle bak, âlem bir temaşgâh imiş” Ne güzelde söylemiş Aziz Mahmut Hüdayi. Şöyle bir bakıyorum da geçmişe, ne güzel günler geçirmişim ben kıymetini bilemediğim ne mübarek insanlar gelmiş, geçmiş bizim eski mahalleden. Bir yaprak dökümü misali, benden sonra mahallemin koca çınarları bir bir devrildiler. Onlar beni kendi yavruları gibi bağırlarına basarlardı. Öz dedemden görmedim onlardan gördüğüm sevgiyi. İşte bu hafta o güzel günleri yadetme adına aldım elime kalemi. Yıl 2003 o yıl taşındık biz saylara ben çocukluğumun en güzel yıllarını Say Üstü Camii’nin çınarlarının o öpülecek ellerin gölgesinde yaşadım. Evimiz camiin karşısındaydı tam kıble cephesinde. Mahalleye ilk geldiğimizde hep camiden birileriyle tanışsam, hocayla tanışsam da 5 vakit namazımı camide kılsam diye dövünür dururdum. Bu dileğimi mümkün oldukça her fırsatta dillendirirdim. Piri Reis Okulu’nda Amil Süt Dede isimli bir din kültürü öğretmenimiz vardı. Dedi ki bana bir Cuma günü: “Ben seni ikindi namazına camiye götüreyim hocayla tanıştırayım” dedi.
İkindi namazı vakti amil öğretmen zilimizi çaldı. Tuttu elimden beni camiye götürdü. Kış mevsimi olduğundan namazlar camiin alt katında kılınırmış. Dolayısı ile camiin ilk alt katına girmiştim. Camiin alt katının kendine has değişmeyen bir kokusu vardı. Bilmem ki hala aynımı kokar bizim Say Üstü Camii’nin alt katı? İkindi namazı kılındı. Amil öğretmen beni ön safa, mihraba doğru götürüyor, bendede heyecan artıyordu hocayla tanışacağım diye. Hiç unutmam hoca bana gayet sert bir sesle: “Gel bakalım velet” demişti. Bu ses tonu beni korkunç bir hayal kırıklığına sürüklemişti. Tanıştık Mustafa hocayla. Ben gayet mahcup bir ses tonuyla: “Hocam, beni namaz vakitlerinde alsanız, camiye getirseniz olmaz mı?” dedim. Hoca benden ziyade Amil öğretmenime dönerek: “Vallahi ben üniversite okuyorum, bu sebeple ders çalışıyorum ben alamam. Cemaatten de kimse yardımcı olmaz” deyivermişti.
Umduğumu bulamamıştım zahir öğretmenim elimden tuttu eve tekrar getirdi. En azından camiye gitmiştim ve en azından hocayla tanışmayı başarmıştım. Aradan iki gün geçmişti. Pazar gecesi yatsı namazı için benim birader elimden tuttu ve namaza getirdi. İşte o namaz benim hayatımın dönüm noktası olmuştu. Camiye giripte müezzin mahfilinin önünden geçerken gayet çocukça bir merakla müezzinlik yapan amcaya: “Amca Amenerrasulüyü ben okuyabilir miyim? “dedim. Müezzin mahfilindeki meteorolojiden emekli Mustafa Aksoy abi: “Gel bakalım” dedi ve beni müezzinliğe çıkardı. Bana dedi ki: “Sen müezzinlik yapmayı da biliyon mu bakayım?” dedi. Ben: “Biliyorum” dedim gayet çocuksu bir ses tonuyla.
Aslında müezzinliği de pat çat bilirdim ya Rabbim nasılsa garip bir cesaret vermişti o an. Müezzinliği yaptım namazı kıldık. Namazdan sonra kimseye bir şey demeden çıktım. Ertesi gün birader beni ikindi namazına getirdi ve safa oturtmak için ilerledi. Müezzin mahfilinin önünden geçerken bir el beni tuttu ve müezzinliğe çekti. Mustafa hocaydı o elin sahibi. Bana dedi ki: “Bundan sonra bu camiye ne zaman gelirsen müezzinliği sen yapacaksın” dedi.
Tanıştığım ilk gün kü sert ve korkunç ses gitmiş ve yerine babacan ve şefkatli bir hoca gelmişti sanki. Hayatım değişti o günden sonra. Cemaatin ilgisi, maddi manevi desteği bana adeta şöhreti yaşatıyordu. Camimiz bambaşkaydı, dostluğun, kardeşliğin, paylaşmanın simgesiydi camimiz. Ben her kesin çocuğuydum. Küçük hafızıydım güççük hafız, güççük hafız diye diye benim hafızlığımı da gördüler, mürüvvetimi de. Bir hikmet kürekçi ağabeyimiz vardı upuzun sakalları vardı. Sert tabiatlıydı. Kızardı da bazen ama bir güldü mü güller açardı yüzünde. Hocam gıyabında derdi ki: “Hikmet Kürekçi ağam harama helale çok dikkat eder. Yediğine içtiğine çok dikkat eder Hikmet ağam” derdi.
Buram buram tarih kokardı sanki Hikmet ağabey. Nurlar içinde yat emi bir Ömer İpekdal ağabey vardı öksürüğünden bilirdim camiye geldiğini. Bir kahveci Ahmet ağa vardı milletin ölüsüne düğününe koşardı can fedakarane. Bir kara Hikmet ağa vardı. Hollanda’dan gelince camide sanki ayrı bir neşe doğardı. Bir Kemal Sezer ağa vardı, bir Pazar günü yatsı namazında farzın ikinci rekatında ruhunu rahmana teslim eyledi. bir Sıdırvalı Ferit ağabey vardı, cebinde sürekli şeker olur, çocukların ağzını tatlandırırdı. Küçük boyluydu Ferit amca bana hep: “Güççük hocam” derdi. Bir Hanifi Taşkın ağabey vardı, gülen yüzüyle sanki koca bir gül ağacıydı. Bir Mustafa Gülten dedem vardı mescit kuşuydu. bir vakit namazı kaçırmaz, camiin kapısını imamdan önce açar, mahallemizin cenaze salalarını genelde o verirdi. Bir Ahmet Uysal ağabey vardı, onun gülen yüzünü temaşa etmek bana hayat verirdi. Şu an halen yaşayan koca çınarlarımızda yok değil elbet. Emin Candan amcamız var ki ben ona da dede derim. Başka bir hitap şekliyle hitap etsem incinir bana. Beni maddi manevi çok desteklemiştir hacı Emin dedem. Bir Bahri Tekin ağabeyim var ki, beni beş vakit namaza götürür, çok kahrımı çekerdi. Şimdi Kuran’ın ifadesiyle erzeliömür; alzheimer hastalığına tutuldu.
Onlar camiin temel taşlarıydı. Bu isimlerini zikrettiğim koca çınarlar ve isimlerini sayamadığım Hüseyin Yıldızbaş ağa beyler, Mevlüt Gülcan ağabeyler ve daha niceleri mahallemizin ve camimizin solmayan gülleriydi. Ne acıdır ki öpülecek eller hep toprak altında kaldı...